Erdal Çolak
Baştan aşağıya hüzün dolu, kırık dökük, parçalanmış umutlarla, bana gelmeyen ipsiz sapsız orman yolunda kendimle birlikte bu anı yaşıyorum…
Güneş batmış, karanlık çökmüş gibi kayalara, etrafta çam ağaçları, dağlar hafif puslu, bizi anlatan yolun her iki tarafında meşe ağaçlarının kızıl, yeşil, kahverengi, sarı yaprakları önce başıma sonra yere doğru uçuşuyor. Yapraklar dökülüyor yüreğimin gökyüzünden, sonbahar kuru da olsa renk cümbüşünün kelimelere sığmadığı yağmurlar sonbahar, sağanakların bu sene ruhuma değil yüreğime yağdığı… Hüzün sonbahar, bu güzellik nasıl hüzün veriyor anlayamasam da, hazan işte…
Sonbahar geldi artık. Ancak hüzün hasadı yapılır bu mevsimde. Ben de hesabımı ödemeye geldim. Kalp atışlarım bu güzel renklere, bu doğaya vurgun. Nedenini bilmiyorum. Her şey gözüme kötümser görünüyor. Yüreğim geniş olan yerlerde, sonsuz boşlukta…
Kendimi aramakla geçen zamana inat, varoluşumun sebebini düşünüyorum. Sanki içimi korkular suluyor, ruhumu ıslatıyordu. Hüzünlere kapılıp yok olmama, sebepsizler denizinde boğulmama izin vermemeliydim. Bütün bedenim sorgusuz sualsiz bana ait değilmiş gibi bir ruh fakiri… İnsan sevdiği, değer verdiği birini kaybettiğinde özellikle bu anneniz ise zamanın durması, birden hayatınızdaki renk cümbüşünün yok olup renklerin kaybolması gibi bir şey. Hayat renklerden arınıp birden her şeyin anlamsızlaşıp griye dönmesi ruhunda bir yara oluyor; unutulmayacak, iyileşmeyecek bir yara, ölene dek…
Tam o anda gerçeği öğrendim bir gün…Ve gerçeğin acı olduğunu… sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da acı bir lezzet kattığını öğrendim. Her canlının ölümü tadacağını ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim. Annem ölümü tecrübe etti. Hayatı tattı mı, bilmiyorum. Dışarıda yumuşak yumuşak yağmaya başlayan yağmur ruhumu yumuşatır mıydı acaba? Yüzüme yağmurun acı tebessümleri yansımış gibiydi. Meğerse içimde hüzün yağmurlarının başlangıcıymış bu geçici tebessüm. Her damlasında kıyamet yüreğime düşüyordu. Yoksul yüreğim, yorgun ruhumla düşünceli, ümitsiz, çaresizdi. Bulutlar, sanki hüzün fırtınasının habercisiydi. Ruhumu bir hüzün sarmalı kapladı. Ve sadece bir tek sözcük “tamam” dedi ağlamaklı, kırık bir sesle şaşkınlığıma. “Ne oldu” dedim. Tekrar sorumun cevabı yine tek sözcükle “tamam” dedi. Görünmeyen ruhumun gökyüzü, moralimi daha da bozmuştu. Kararan ruhum içimi de kararttı, gözlerim ağlamaklı oldu. Karanlık, derin ıslak duyguları da beraberinde getirdi. İçim bir tuhaf olmaya başladı. Gözlerim bulanık görmeye, kulaklarım hiçbir şeyi duymamaya başladı. Soluğumu tüketircesine haykırmak istiyordum.
Tek sözcükle, anne bedenimizin anneye ait olan sevgiye her şeye akan bir ırmaktır, ruhumuza ait olan bedenin dünyanın güneşten kopması gibi her şey de salt düş değil ve bir gerçekliktir. Öyle bir noktaya geliyor zamanın durması ve hayattaki renklerin birden kaybolmasıyla her şeyin geriye, ana rahmine dönmesiydi. Sevgisinde telif hakkı olmayan tek insan…Bize koruyacak ne kalıyor geriye? Tek, biricik şey anne felsefedir. Keder pusu kurmuşken, hüznün diyarında sıkışıp kalmışken suyun donma sıcaklığı 0, duygular sıfır derecenin altında su gibi duygular sanki donmuş ve buz kesilmiş.
İşte o zaman geçsin istersin, bazen gözlerini kapatıp çocukluğuna döner ve ağlarsın. Bu da içimizdeki koruyucu ruhu el değmemiş anne denen meleğin saf arı hali ile hem bedenen hem de ruhen korurken yokluğu acılara egemen, rastgele ya da yapmacık amaçlara gömer insanı.
Hayat enerjinizin elinizden çekilip alınması, söylenecek sözler, gidilecek yer annenin yüreği artık yoktur. Sana ait olan her şeyi, ona ayrılan her şeyi, kendisiyle aynı kaynaktan gelen sevgiyi her şeyi alır; her şeyden önce de ölüm alıverir bir şekilde dingince sevdiklerini. Fani dünyayı terk eden anneyi görmenin tek yolu olan rüyalar olduğunu anlarız. Artık o bize uzak olan ölüm artık çok yakınımıza kadar gelmiş, anneyi almıştır. Herkesin dediği bir sözcük, “ateş düştüğü yeri yakar” lafının ne olduğunu ruhunun içine bir dübel ile sıkıştırıverir. İşte o zaman anlar insan annesinin yokluğunu. Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi acımaya başlar hem ruhun bedenin. Anne bu ama kimseler anlamaz senin acını senden başka.
Her ne kadar hayat devam ediyor deseler de bir yerde hüzün hep birikir. Bedenin ateşte pişmiş kuru olan bir çamurda gözyaşları su gibi birikir. Gözyaşları kurur ama içinizdeki o acı ara sıra durup durup tekmil verir, hiç kaybolmaz. Bakarsınız hayatın size attığı bu kazık, hep sizinle birlikte bir yağmur bulutu olup hep var olacak. Bilirsiniz ki sizi başka kimsenin sevemeyeceği kadar çok seven kişiyi kaybetmişsiniz. Kaybetmek, kaybolmak değil, tekrarı olmayan ölümün, onu sizden ayırdığına üzülür, oturur sakin sessiz bir şekilde çaresizliğinize ağlarsınız. Asla kabullenemez ama asla da unutamazsınız. En kötüsü de ne biliyor musunuz? Herkesin sizi anladığını söyleyip ne kadar üzüldüğünüzü anlayamamasıdır. İnsanlar aslında yalnızdır; ama annesi ölenler biraz daha yalnız mı ne? Doğan Cüceloğlu’nun dediği bu cümleyi şimdi daha iyi anlıyorum: “Annen yoksa kimsen yok. O zaman kimsen yoksa senin bir şey istemeye hakkın yok, sadece başkalarını memnun etmeye çalışırsın” demişti…
Sanki benim için annemin ölümü ile hayat askıya alındı. Benim için kendimi ailede bir parçanın bütünü olarak görmektense aile denen bütünün bir parçası olarak görmek daha iyi. İnsan ailesinin belirli bir çeşitliliğinin üyesi olmaktansa, büyük insan ailesinin bir üyesi olmak daha iyi, kabul edilebilir. Anne bu yolu olmayan ormanlarda mutluluk verirdi. Yalnız yürünen deniz kıyısında sevinç, kimsenin zorla girmediği derin denizlerde güveni hissettirirdi. Ve sesinde de müzik, aşk vardı. Vicdanım rahat, ne son pişmanlıkları yaşadım ne de keşkeleri biriktirdim cebimde; inanın çok huzurluyum. Yine de şunu söyleyeyim; insanın annesi ölünce çocukluğu da gidiyor annesiyle…
Bir bilsen, ben ne kadar çok sıcaklığını aradım. O kadar yakınımdaydın dokundum, öptüm; alnından ayaklarından bedenin soğuk sessiz kalıp göremedin çocuklarını. Dokunamadım, elimi değdiremedim sana, tepkisiz yüz ifaden ağlattı. Özgür değildin biliyorum, bedenin artık tutsak. Yüzündeki, tenindeki o kokuyu alarak bil ağladığımı canım annem. Göğsümün şurasından burasından delip geçen kurşunlarla ruhumun hüzün, kederle dolacağına bil isterim. Ama şimdi kurşun yoktu, mutluluk yoktu dahası sen yoktun. Ruhen yalnız sensiz senin sessiz vuslata aşıktı bedenin. Bir taş kadar biliyorum soğudu kalbin hayata, unutmak, unutulmak olmayan mutluluğa geldi çattı ayrılma vakti… Toprak yığınlarının arasında yüreğin bilirsin ki kalbim senin için hep çarpar. Şimdi karanlık bir köşede toprak olma hevesini hayat bu işte herkes yaşıyor kendi hikayesini. Ölümünle yüreğime gecenin karanlığı çökmüş. Biliyorum bu yokluk, hiçlik var, bu kendi dehşeti karşısında başı dönen boşluk ruhumda. Okuduğum bir hikayede anne bütün çocukların kalplerinde ve dudaklarında yaratıcının adıdır.
Ne bileyim, bu yara hep hayatımın bir köşesinde bakıp bakıp selam gönderecek bir yara olacak…