(E) Büyükelçi Halil Akıncı’nın Türkiye-İsrail ilişkileriyle ilgili olarak Milli Düşünce Merkezi’nde yayınlanan makalesi:
“Basında İsrail’in Hayfa kentinde “Ermeni Soykırımı” anıtı yapılacak yolunda haberler çıkmaktadır.
Eğer böyle bir haber bundan on beş sene önce yayınlansaydı önce şaşırır daha sonra da basını yalan haber üretmekle itham ederdim. Zira yılardır tek jenosit (soykırım) olarak sadece kendilerine yapılanı kabul ettirmek için bile olsa, Yahudiler Ermeni tehcirini jenosit olarak kabul etmiyor, değil anmaya hatta hatırlatmaya dahi gerek görmüyor, bize de özellikle Amerika’da arka çıkıyorlardı. Son 10 yıllık gelişmeleri hatırladığımızda içe dönük dış politikamızın bir başka sonucu ile karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkıyor.
Hâlbuki daha 1990’larda Ermeni soykırımının yalan olduğu konusunda bizi destekleyen tek uluslararası bilimsel belgeyi başta Bernard Lewis (bu yüzden Fransa’da sembolik cezaya mahkûm edilmiştir) olmak üzere değişik uyruklu çoğu Yahudi asıllı bilim adamı imzalamıştı. Kitle halinde İspanya’dan kovulan Yahudilerin bize sığınmalarının ve gördükleri iyi kabulün 500. yıldönümünü daha 1992’de heyecanla kutlamıştık.
Dış politika duygu yansıtmamalı
İsrail birçok devlet gibi, başka milletin yaşadığı toprakların kanla ellerinden alınması ile kurulmuştur. Ancak Yahudi milletinin İkinci Dünya Savaşı sırasında, başta Almanlar olmak üzere, Avrupalılardan gördükleri haksızlıklar, maruz bırakıldıkları katliamlar, bağımsızlığa giden yolda uyguladıkları yöntemlerin müsamaha ile karşılanmasına yol vermişti.
Ancak İsrail’in bağımsızlığından bu yana, kendisine karşı en ufak bir tehdit teşkil eden veya etme ihtimali olan kişi, halk ya da devletlere karşı gösterdiği orantısız şiddet kabul edilememekte, sebebi ne olursa olsun hoşgörü sınırını aşmaktadır. İsrail’in bu davranışları vicdanlarımızı sızlatmakta bizi kişisel olarak İsrail’e karşı nefret duymaya sevk edebilmektedir.
Bu tepki kişisel kalmalı, dış politikaya yansımamalıdır. Zira o konuda göz önünde tutmamız gereken tek ilke ülke çıkarıdır. Ne vicdanımız ne sevgimiz ne nefretimiz ne kinimiz ve ne de bilgimizin dış politikamızı etkilemesine izin vermememiz gerekir.
Diplomasimizin altın yılları olan Erken Cumhuriyet Devri Dış Politikamızın başarısının sırrı buradadır. Başka türlü eğer duygularımıza kapılsaydık, Balkan Savaşları ve Millî Mücadele’de katlettikleri insanlarımızın cesetleri daha sıcakken, yaktıkları evlerimizin, camilerimizin dumanları tüterken, İtalya tehlikesine karşı Yunanistan ve Yugoslavya ile, Alman ve Rus tehlikesine karşı da binlerce asker ve sivilimizi öldüren İngiltere ve Fransa ile ittifak ilişkisine girmememiz, güvenliğimizi tehlikeye atmamız gerekirdi.
Dış politikada devlet dışı unsurlar da devrededir
Konumuz olan Türkiye-İsrail ilişkilerini değerlendirirken, Yahudilerin Amerika içindeki durumu, İsrail-Amerika ilişkileri iyice incelenmesi hazmedilmesi ve her zaman küresel zeminde dikkate alınması gereken ilişkilerdir.
Amerika, İkinci Dünya Savaşı’na kadar Yahudileri kamu hizmetine kabul etmeyen, halkı da Yahudilere karşı pek sempati duymayan bir ülke idi. Amerikan Dışişleri’nde 1947’ye kadar Yahudi asıllı meslek memur alınmadı. Ancak büyükelçi tercihleri bu ilkenin dışında tutuluyordu. Örneğin zengin Yahudi Morgenthau, Birinci Savaş’ta Türkiye’ye (Osmanlı’ya) büyükelçi yapılmıştı.
Öyle ki 1939’da ABD’ye iltica etmek isteyen gemi dolusu Avrupa Yahudi’sini geri göndermişlerdi. Zengin Yahudiler bu konuda bir şey yap(a)mamışlardı. Türkiye ise Atatürk zamanından başlayarak -İkinci Savaş dahil- Yahudilere kucak açmakta tereddüt etmemişti.
Basında, bankacılıkta, Hollywood’da nüfuz sahibi olan Yahudiler, bunların yetmediğini gördüler. Siyasete ve bürokrasiye de nüfuz etmek ihtiyacı duydular. 1956 Süveyş krizinde İsrail’in, Fransa ve İngiltere’yle birlikte Mısır’a müdahalesinin Amerika tarafından önlenmesi bu ihtiyacı teyit etti.
Bugün Yahudiler Amerikan siyasetinde her iki partide de en etkili grup hâline gelmişlerdir. Bunu para, basın ve TV ile sinema sahasındaki etkili konumlarını gerektiğinde tek elden yürüterek başarmaktadırlar. Artık Amerika’da İsrail’i eleştirmek siyaseten uygun sayılmamaktadır.
İsrail, İngiltere’yle birlikte Amerika’nın iki stratejik müttefikinden biridir. Bu ilişki, Amerika’nın, bazen sadece muhataplarını memnun etmek için stratejik diye adlandırdığı ilişkilerinden farklıdır. Çünkü temeli karşılıklı ihtiyaca ve çıkara dayanır. Uygun gördüklerinde birbirlerini kullanırlar. Gerektiğinde birbirlerine karşı gibi görünürler. Burada kim kimi yönetir, her zaman açık değildir. Bilinen, karşılıklı etkileşimin daima mevcut olduğudur.
İsrail kurulduktan sonra
1950 ve 1960’larda Orta Doğu dengesi Nasır’a karşı Türkiye, İsrail ve İran’dan oluşuyordu. Temeli de sözde ideolojik ama gerçekte çoğunluk Araplardan farklı üç ayrı milletin birbiriyle dayanışma ihtiyacı idi. ABD’nin orkestra şefliği ve üç ülkenin de onun desteğine duydukları ihtiyaç da bunu perçinlemişti.
1990-2000’li yıllarda bölgede ve dünyada yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin önüne hem yeni tehditler hem de yeni fırsatlar koydu. Türkiye, kendisine yönelik dış tehditler hafiflerken, iç güvenliğini sarsan dışarısı ile bağlantılı yeni tehditlerle karşı karşıya kalmıştı. Bu dönemde hem Sovyetler Birliği’nin dağılması ile ortaya çıkan yeni tabloyu değerlendirmiş hem de bölgesel istikrarı tesis ve korumaya yönelik adımlar atmaya başlamıştır. İsrail ile ilişkiler de her zaman bu siyasetin önemli bir ögesi olmuştur.
Türkiye’de AKP’nin daha iktidara gelmeden yansıttığı yeni imaj, hem ABD ve İsrail hem de Amerikan ve uluslararası Yahudi toplumu tarafından memnuniyetle karşılanmıştı. AKP‘nin en önde İsrail olmak üzere bölge devletleri ile sürdürülen bu dış siyaseti, Orta Doğu’ya bölge dışı devletlerin karışmasına izin vermeyen/ihtiyaç duyurmayan bir istikrarın temelini teşkil etmek yolunda 2010’a kadar sürdü.
Değişim, yönetimin sahip olduğu İhvancı (Müslüman Kardeşler) ideolojisinin Türkiye’nin çıkarlarını gölgelemesi sonucunu doğurdu. İslam’ın liderliği ve koruyuculuğu iddiası da Filistin konusunda ileri bir tutum benimsememize yol açtı. Bütün bu olaylar İsrail – Amerika’nın, tıpkı komşularımız, Rusya ve Avrupa gibi sevsek de sevmesek de dış siyasetimizde göz önünde tutmayı ihmâl etmememiz gereken ülkeler olduğunu göstermektedir.
Dış siyasetin tek ideolojisi millî menfaattir
“Dene, yanıl, bir daha dene” yöntemi birçok bilim dalı için geçerli olsa da dış politika için son derece pahalıdır. Faturası da milletin hâline ve geleceğine çıkar. Bu çerçevede bölge siyasetimizi sağlam bilgi ve analiz temelinde tayin etmek durumundayız.
Türkiye ve İsrail duygusal planda, bölgede sevilen ve güven duyulan ülkeler değildir. Türkiye’ye, başlıca, bölgedeki ortak Osmanlı geçmişinin yanlış takdim edilmesi NATO üyeliği, Batılılaşmayı fasılalarla da olsa hedef alması ve tam uygulanmasa da laik anayasası sebebiyle; İsrail’e de Arap toprağının gaspı ile kurulmuş ve Batı’nın “Truva Atı” olmasından dolayı böyle bakılır. Zaman zaman aksasa da iki ülke laik ve demokratik yapılarıyla bölge rejimleri için kötü (!) örnektir. Bu durum bile Türkiye ve İsrail’i birbirine yaklaştıran etmendir. İsrail’in başta Azerbaycan ve diğer Türk devletlerine yaklaşımı da bunu desteklemektedir.
Ancak, Türkiye’nin ve İsrail’in iyi ilişkilerinin gölgesinde kalan bazı görüş ayrılıkları Orta Doğu’da, 21’inci yüzyılın başındaki Türkiye’nin ideolojiye dayalı dış politika anlayışı nedeniyle görünür hâle geldi. Bu ayrılığın en önemlisi de Ortadoğu’da devlet kurmaya yönelik Kürt oluşumları konusunda ortaya çıktı.
Bu politika değişikliğinin sonucunda, Mısır ve Ürdün’den sonra başta Körfez ve diğer Arap ülkeleri ile arasını düzelten, Moskova ile uyuşan İsrail’in bize duyduğu ihtiyaç, bugün bizim ona ve lobisine duyduğumuz ihtiyaçtan çok daha azdır. Ancak Yahudi’nin stratejik aklı, Araplarla olan ilişkilerinin zemininin kaygan olduğunu bilir. Kendi içindeki etnik dengenin değişmekte olmasının sonuçlarını muhakkak değerlendiriyordur. Sadece bu kayganlık bile güçlü ve güvenilir bir Türkiye’nin varlığının İsrail’in yararına olduğunun kavranmasına yeterlidir.
Son dönemde Türkiye ve İsrail’in karşılıklı büyükelçi ataması ilişkilerin normalleştirme yolunda ilerlediğinin önemli bir göstergesidir. Bu da geç de olsa aklın gereğinin yerine getirilmesi anlamındadır. Karşılıklı güvene dayalı ideolojiden sıyrılmış bir iş birliği, mevcut ortamda, Türkiye’nin acil ihtiyaç duyduğu silah teminindeki güçlüklerin aşılmasına, Amerika ile olan ilişkilerinin düzelmesine, Akdeniz’deki doğal kaynaklarda daha etkin söz sahibi olmasına da yardımcı olabilir.
Görüş ayrılıklarının giderilmesi de zamana ve bir ölçüde diğer bölgesel gelişmelere bağlı olsa da imkânsız değildir.”
Yazının orijinalini okumak için tıklayın