İran’da 1979 yılında gerçekleşen İslam Cumhuriyeti Devrimi sonrası Şah Muhammed Rıza Pehlevi zamanında ABD ve İsrail ile kurulan yakın ilişkiler durdurulmuş, bu iki ülke ile her türlü ticaret kesilmişti.
İran’da pazar araştırması yaparken tanıştığım melamin formaldehit ithalatına aracılık yapan Richard adındaki bir Macar asıllı, elinde somut bir sipariş olduğunu ama malın İsrail’den tedarik edilmesi gerektiğini söyleyince, İstanbul’dan operasyon için izin aldım. Ertesi gün Richard’ı ziyaret etmek ve müşteri hakkında biraz daha bilgi alabilmek üzere şehir merkezindeki ofisine gittim. Tahran devrim sonrası köylerden büyük bir göç akınına uğradığı için trafik korkunçtu. Zaten şehrin merkezine resmi araçlar dışında sadece taksiler ve kamyonetler girebiliyordu. Aracın camında resmi izin belgesi yoksa girişe izin verilmiyordu.
Talep edilen ürün Urumiye şehrine (eski adı Reza-i yeh) gidecekti, burası Türkiye sınırına 50 kilometre (km), Irak sınırına ise yaklaşık 150 km uzaklıkta olan ve ağırlıklı Türkçe konuşulan İran’ın Batı Azerbaycan eyaletine ait büyük şehirlerden biriydi. Müşteri ilk etapta 300 ton sipariş vermek istiyordu. Türkiye’ye döner dönmez hem İsrail’deki üretici ile temasa geçeceğimi hem de operasyonu resmi olarak nasıl yapacağımızın bilgisini vereceğimi söyledim ve Richard’ın ısrarı ile akşam onun evindeki yemek davetini kabul edip ofisten ayrıldım.
İran’da geçirdiğim ilk iki-üç gün içinde şunu öğrenmiştim: İranlıların enteresan bir konukseverlik anlayışı vardı, bir şey sunduklarında sizin “hayır” demenizi kabullenmiyor ve ısrar ediyorlar. Ancak siz “hayır” sözcüğünü makul bir açıklama ile bildirdiğinizde ısrardan vazgeçiyorlardı. Bu gelenek alışveriş yaptığınız yerlerde bile karşınıza çıkıyordu. Örneğin, bindiğiniz takside inerken para uzattığınıza şoför “Bizim misafirimiz olun” diyerek parayı almak istemezmiş gibi davranıyor ama siz “lütfen” dediğinizde boynunu büküp alıyordu. Bu tür davranışların genel bir adı vardı Farsçada: “Taarruf”, bir tür nezaket sayılıyordu.
Akşam Richard’ın evine giderken yolda birkaç yerde Devrim Muhafızları tarafından araçlar durdurulup arama yapılıyordu. Yemekte nişanlısı Jila ve ailesi de vardı, masadaki viski, şarap ve votka karşısındaki şaşkınlığımı görünce kayınpederi gülerek daha sonraları sık sık işiteceğim anekdotu anlattı:
“İran’da devrimden önce insanlar dışarıda içkisini içer, evlerinde ibadetlerini yapardı, şimdi dışarıda ibadetlerini yapıp, evlerinde içkilerini içiyorlar.”
Tahran’da birçok evde ev yapımı şarap, votka hatta bira bile yapıldığını söylediler. Şarap ve votkanın evlerde hazırlanmış bir düzenek ile (genellikle çaydanlık ve borular kullanılarak) imbiklerden damıtarak yapıldığını, biranın ise kendilerinin ürettikleri alkolsüz bira, İranlıları deyimiyle “Ab-i jo” yani arpa suyunun mayalanması ile yapıldığını söylediler. Ama işin en şaşırtıcı “Ballantine’s” viski şişesinin üzerindeki “Import for the state of Iraq” yazısıydı. Savaş halindeki iki ülkeden birinin ithal ettiği ürün savaşın diğer tarafındaki ülkeye yasak olmasına rağmen kaçak olarak sokulabiliyordu. Bu kadar sıkı güvenlik önlemlerinin ve aramaların olduğu bir yerde böyle bir şeyin nasıl olabildiğini sorduğumda da hükumette birilerinin yardımı olmadan yapılmayacağını söylediler. Haklıydılar sanırım. Savaştan her zaman kazanç elde eden bazı kesimler olmuştur.
Tahran’da birkaç gün daha kalıp Lufthansa Havayolları’na ait İstanbul gidiş ve bir ay sonrasına dönüş uçak biletimi otelin hemen yanındaki seyahat acentesinden çok komik bir fiyata aldım. Uçak Tahran-İstanbul-Frankfurt seferini yapıyordu. İstanbul-Tahran arası uçuşlarda o dönemler henüz THY seferleri başlamamıştı. Tümeni ile ödenen her şey inanılmaz ucuza geldiği için dönüş bileti yansa bile önemli değildi.
Tahran’da deneyimli Türk arkadaşlardan dönüş günü uçak saatinden yaklaşık 5 saat öncesinden havaalanına gitmem önerildi. Oradaki kontrol noktalarını ve işleyiş hızını görünce hak vermemek mümkün değildi. Terminal binası girişinde valizler didik didik aranıyor, en küçük bir kutu veya paket dahi açılıp içine bakılıyor, uygun görülmeyen eşyalar yolcuyu uğurlamaya gelen bir yakına teslim ediliyordu. Genellikle gümüş ev eşyaları veya değerli taşlar gibi yükte hafif, pahada ağır malların çıkışına izin verilmiyordu.
Valiz kontrolü sonrası bilet işlemlerinin ardından pasaport kontrolüne giderken arada bir kontrol daha vardı. Üst baş araması yapılıyor ve para deklarasyonu soruluyordu. Paravanların arkasına tek tek aldıkları yolcuları soyundurup ayakkabıların içi de dahil olmak üzere her yer aranıyordu. Cepteki paralar ile girişte pasaporta tükenmez kalem ile yazmış oldukları para miktarını karşılaştırıp, uygunsa pasaportunuzdaki yazının üzerini karalayıp çıkış polisinin önüne yolluyorlardı. Yerli para yani tümen miktarı önemli değildi, yabancı paralara, dolar, mark, sterlin, frank vs. bakıyorlardı. İran parasının yurt dışında geçersiz olduğunu onlar da biliyordu.
Uçak hareket eder etmez tuvalet kapıları önünde İranlı kadınlar sıralanmaya başladı. İçeri giren kapalı kadınlar dışarı çıkarken birer manken şıklığındaydılar. Hostesten bir kadeh viski isteyip korkusuz bir şekilde içkimi içerken, “Bu ülkede bakalım daha ne tür ilginç olaylara şahit olacağım acaba” diye düşünmeden edemedim…
- Bölüm:
https://medyagunlugu.com/iran-macerasi-basliyor/
2. Bölüm:
https://medyagunlugu.com/mollalar-mucahitler-ve-komunistler/