Post truth çağındayız, post modernist zamanlardayız, sapla samanın, yalanla gerçeğin, doğru ile yanlışın, dişi ile erkeğin, aile ile grubun, siyaset ile mafyanın hatta asırlardır kutsal olan, öpüp başımıza koyduğumuz ekmek ile zehir (beyaz zehir) karıştığı bulanık bir suyun içinde var kalmaya çalışıyoruz.
Hiçbir endazenin, ölçünün, kerterizin kalmadığı bir çağ bu. Aynı şekilde hiçbir ilkenin, temelin, sağduyunun çalışmadığı, anayasanın ve yasaların tanınmadığı, insanlığın temelini oluşturan taşların yerinden sökülüp atıldığı bir çağ. Bu dönemi bilebildiğimiz kadarıyla ancak Endüstri Devrimi dediğimiz dönemle kıyaslayabiliriz.
Marshall Berman’ın bize yıllar önce o dönemle ilgili olarak Marx’a atfedilen sözü hatırlattığı gibi “Katı olan her şey buharlaşıyor” ve fazlasını yaşıyoruz. Sadece katı olanın yani yerleşik olanın, temel olanın, ilke ya da omurga olanın buharlaşması değil artık meselemiz; hiçbir şeyin katılaşacak kadar varlığını sürdürememesi. Her türlü düşünce ve pratiğin saman alevi gibi bir anda parlayıp sönüyor olmasıdır asıl sorun. Ne siyaset ne sanat ne bilim ne ahlak ne eğitim ne de insan deyim yerindeyse dikiş tutmuyor. Her şey ve herkes yanmayan tavaya dönüşmüş sanki, teflonlaşmış. Kendisine ulaşan her şey yüzeyine çarpıp aşağı kayıyor.
Bilimci intihal yapıyor, mahkeme karar veriyor, utanıp, arlanıp susup kalacağına eş, dost, ahbap, tanıdık, ulaşabildiği kim varsa hepsini harekete geçiriyor ve mahkemeye karşı sosyal medya savaşı başlatıyor. Son örneğini Elif Shafak’ta görüyoruz. Sineği bit, sarayı palas yapmış ve daha neler yapmış. Mahkeme incelemiş demiş ki çalıntı. Vay efendim, naaayıııır, n’olamazzzz, bizim prensesimiz, soylumuz, ennn Avrupalımız böyle bir şey yapamazzz yapmadı. İmza: Kabile üyeleri.
Buna benzer ve bundan beterini Kıbrıs’ta yaşadık. Çok sayıda eczacı ve doktor reçetelerde oynama yaparak devletten haksız kazanç elde etmekle suçlandılar ve bir çoğu tutuklu olarak mahkemeye çıkarıldı. Aralarında hayır, bunu ben yazmadım, bu yazı bana ait değil falan diyen yok. Tam tersine hepsi ifadelerinde mesnetsiz reçetelerin kendileri tarafından yazıldığını kabul ettiler. Hatta eski başbakan, meclis başkanı ve milletvekili, çok sevilip, çok sayılan doktor “Ben iyilik olsun diye yaptım” deyiverdi. Buna rağmen sosyal medyada kıyamet koptu. İmzalar, destekler, açıklamalar, bizim eczacımız, bizim doktorumuz bunu yapmaz, biz arkasındayız diyenler. Yetmedi “onur yürüyüşü” düzenlendi. Bütün eczacıların itibarı sarsıldı diye. İyi ama siz zanlı değilseniz, siz suçlu değilseniz niye sizin itibarınız sarsılsın. Neyse bu örnekler yeter.
Üzerine basıp kendimizi, toplumu, devleti inşa edecek bir zemin kalmadı. Edilmiş olanlar korkunç ve uzun süren bir zelzele ile her gün santim santim parçalanmakta. Tutunacak son bir sütun, son bir zemin olan mahkemelerin yargılı kararı “out”, itibarsız, sosyal medyanın yargısız kararı “in” yani itibarlı. Geldiğimiz yer tam da burası. Bu dikiş tutmayan siyaset, kurumlar, insanlarla ne yapacağız? Benim buna bir cevabım var ve herkesin kendi cevabını –elbette arıyorlarsa- bulmasından başka yol da yok.
Seyir halindeki bir geminin kaptanıyım. Seyir defterim var: medyagunluğu.com, radyo, sosyal medya vs. Geminin seyri ile benim seyrim farklı. Gemininkini seyrediyorum, kendiminkini eyliyorum. Ve seyir defterime notlar düşüyorum. Okyanus korkunç, dalgalar vahşi, hava sis pus içinde ve göz gözü görmüyor. Ama gemi ve ben muhteşemiz. Okyanus ise görkemli ve mağrur. Bizim farkımızda bile değil.
Yakın Doğu Üniversitesi