Birkaç haftadır ciddi konularda yazılar yazınca biraz da rahat okunan konulara döneyim dedim. O nedenle, iki hafta boyunca biraz ortaokul anılarımdan bahsedeceğim…
Babam İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunuydu. Zamanla çok başarılı bir avukat oldu. Bazen meslektaşları bile gelip babama danışırlardı. Ancak, yabancı dil bilmemesi kazancını hep olumsuz etkiledi. O nedenle hem annem hem de babam benim mutlaka iki yabancı dil öğrenmemi istediler. Özellikle de İngilizce öğrenmem onlar için çok önemliydi.
O zamanın orta tabaka İstanbul aileleri arasında eğitime önem verenlerin çocukları ya Galatasaray, İstanbul (Erkek) Lisesi, Moda Maarif Koleji gibi dil eğitimi veren devlet okullarına ya da yabancı ülkelerin İstanbul’da bulunan okullarına yollanılırdı. O nedenle de ilkokulun son yıllarında çocuklar at yarışına hazırlanıyor gibi yetiştirilirlerdi. Eski Türkiye’de köşe dönmek, okumadan zengin olmanın yollarını aramak pek muteber değildi. Herkes çocuğunu elden geldiğince okutmaya gayret ederdi.
Annemin nezaretinde bu okulların sınavlarına hazırlandığım yıl, erkekler için İngilizce eğitim veren okul pek yoktu. İngiliz High School o yıl erkek öğrenci alımını durdurmuştu. Amerikalıların Arnavutköy’deki koleji zaten sadece kızlara yönelikti. İstanbul’da erkekler için iyi İngilizce eğitim veren sadece iki okul vardı, Moda Maarif Koleji ve Alman Lisesi.
Ortaokula başladığım 1966 yılında İstanbul’un Beyoğlu yakasından Moda Maarif Koleji’ne gitmek oldukça zorlu bir işti. Daha ilk Boğaz köprüsü de inşa edilmemişti ve yatılı olunmadığı taktirde sabah çok erken bir saatte vapurla gitmek 11 yaşında bir çocuk için oldukça zorlu olacaktı.
Girdiğim sınavlarda İstanbul Lisesi’ni dördüncülükle, Fransız Saint Benoit Ortaokulu’nu on ikincilikle kazandım. Ancak, her iki okulda İngilizce eğitimi yeterli değildi. Alman Lisesi’nde ise yedek listedeydim. Ailem, hem çok iyi Almanca, hem de İngilizce öğrenebilmem için sonunda beni Alman Lisesi’ne yazdırdı. Halbuki ben babamın okulu olan İstanbul Lisesi’ne gitmek istiyordum.
Sadece Almanca öğrenimine ağırlık verilen hazırlık sınıfında ilkokul arkadaşım Tahsin (*) ile aynı sırayı paylaşırdım. Tahsin oldukça iri bir çocuktu. Babası betonarme konusunda İTÜ’nün efsanevi uzman profesörlerinden biriydi.
Tahsin’in zannederim annesinden kaynaklı psikolojik rahatsızlıkları vardı. Örneğin, kendisine dokunursanız, mutlaka onun da size dokunması gerekirdi. Sınavlarda zor sığdığı sıranın altında bacaklarını titrettiğinden bir kez kritik bir sınavdan çok kötü bir not almıştım. Ertesi yıl başka biriyle oturarak bu sorundan kurtuldum.
Bir kez annesi, anneme ziyarete gelmişti. Tek hatırladığım mor toka, mor makyaj, mor bir döpiyes elbise, mor çoraplar ve mor ayakkabıları olduğuydu. Acaba mor hastalığı diye bir psikolojik rahatsızlık var mı?
Tahsin’in iri yapılı olması nedeniyle, 100 metre, uzun ve yüksek atlamada başarılı olduğunu söylememe gerek yok herhalde. Atların dörtnala koşması gibi bir stilde koşmasına rağmen 100 metre yarışlarında kendisini hiç geçemedim. Neyse ki birkaç yıl sonra Fenerbahçe’de yapılan Cezmi Or Yarışları’nda İstanbul ikincisi olduğumda Tahsin katılımcılar arasında yoktu.
Daha sonra lisede bize sosyoloji dersine de gelecek olan Melek Hanım ortaokul ikinci sınıfta bize yurttaşlık bilgisi dersine gelmeye başladı.
Yurttaşlık bilgisi dersine gelen Melek Hanım, zamanında teyzemin de lisede hocası olmuş enteresan biriydi. Bizim sınıfa geleceği duyulunca, teyzem “aman dikkat et, çok zor bir kadındır, fena takar, ne yaparsa yapsın hep alttan al ve cici çocuk gibi davran” diye bana öğüt vermişti.
Melek Hanım aynı zamanda lisede de sosyoloji dersi veriyordu. Ama, tam anlamıyla kafadan sakattı. Anlatıldığına göre, meşhur Türk şovenisti Nihal Atsız’ın eşiymiş. Nihal Atsız lise hocası ve edebiyatçıdır. Arada bir içeri atılıp sonra affedilen biri.
Edirne Lisesi’ndeyken yazılarıyla/konuşmalarıyla halkı galeyana getirip, bir halk hareketine neden olmuş. Çanakkale’de başlayan bu harekette Yahudi vatandaşların malları talan ve yağmaya uğramış, önemli bir bölümü Bulgaristan’a kaçarak canını kurtarabilmiş. Duruma ordu müdahale ederek ortalığı sakinleştirebilmiş.
Melek Hanım Nihal Atsız ile evli olduğu günlerde, bir nedenle sokakta kalan bir arkadaşını bir süreliğine iyilik olsun diye evine almış. Kadın Nihal Atsız’ı ayartmış, adam da Melek Hanım’ı boşamış. Melek Hanım’ın bu nedenle akli dengesini yitirdiği anlatılırdı.
Melek Hanım’ın yurttaşlık bilgisi dersinde tutumu son derece sertti. İlk sınavda sınıf birincisi ve her sınavdan 10, çok ender 9 alan Eliyezer 2 almıştı. O zamanlar buçuklu notlar yukarıya yuvarlanırken Melek Hanım onu da yapmaz, yarımları bir sonraki sınav notuna eklemek üzere nadasa bırakırdı. Yani Eliyezer 2.5 üzerinden yarım notu kırpılarak iki almış ve bayağı da ağlamıştı. Ben ne aldığımı hatırlamıyorum ama Eliyezer’inkinden de kötüydü. Zaten sınıfta daha yüksek bir not da yoktu. Zamanla Melek Hanım sözlü notu vs. diyerek notlarımızı geçer hale getirdi ve yıl sonu hepimiz geçtik.
Melek Hanım’ın en kötü olayı ise Tahsin’e yaptığı muamele oldu. Tahsin’in garip hareketlerini gözlemleyen Melek Hanım, bir gün kendisini derste ayağa kaldırdı ve ‘senin ruhsal sorunların var, onun için annene söyle gelsin konuşmak istiyorum’ dedi. Benim bile o yaşta başımdan kaynar sular dökülmesine neden olan bu gaddarlıktan sonra bir daha Tahsin toparlanamadı ve okuldan bir süre sonra ailesi tarafından alındı.
1983 yılında girdiğim ilk işte, çalıştığım odanın hemen yanında Tahsin’in babasının da ofisi vardı. Bir gün Tahsin babasının ofisine uğrayınca ben de kendisini yıllar sonra tekrar görme olanağı buldum. O sıralar annesi ve babası ayrılmışlardı. Benim ceket, pantolon, kravatla oturduğum ofise kısa pantolon, sırt çantası ve dört tarafı güneş siperliği ile çevrili bir izci şapkasıyla gelmişti. Tabii, 28 yaşında neden bu kıyafetle dolaştığını kendisine soramadım.
Ortaokul yıllarında Almanca derslerinden epey zorlanmıştım. Hazırlık sınıfında derse giren Doğu Prusya kökenli (bugünkü Kaliningrad) Herr Umlauf’un kötü not alan öğrencilere dayak atması, çok acıtacak şekilde kulak çekmesi hafızamda kötü yer tutan olaylardan biridir. Arkadaşımız Adnan’ın yüzüne ‘Almanca Öğreniyoruz – Wir lernen Deutsch’ kitabıyla sağlı sollu vururken kitabın kalın cildinin kırılması hâlâ gözlerimin önünde. Ev ödevimi yetersiz bulup benim de bir kez ellerime vurmuştu.
Herr Umlauf dersi anlatıyor, bir yıl önce sınıfta kalmış dört arkadaşımız ise evvelsi yıl öğrendikleri Almanca ile gerekli durumlarda bize söylenenleri tercüme ediyorlardı. Bunlardan biri, İstanbul’da Northshield Pub’ları açan, televizyon programları yapan viski uzmanı Teoman Hünal’dı.
Yani anlayacağınız okulda bize Almancayı döve döve öğrettiler.
İki adet ödev defterimiz vardı. Biri kırmızı diğeri lacivert kaplı. Hoca her gün ev ödevi verirdi. Ödevler bir deftere yapılır, ertesi gün teslim edilirdi. Hoca o ödevleri okul sonrası kontrol ederken biz de eve gidip yeni verilen ödevleri diğer deftere yapardık. Her gün defterler kapak renklerine göre hocayla değiştirilirdi.
Orta 1’de Almanca hocamız olan Herr Pröhl’ü ise, Herr Umlauf’tan sonra yumuşak, genç ve anlayışlı biri olarak hafızama not etmişim.
O yıl Herr Pröhl, Almanca dersindeyken birden kelime sınavı yapacağını söyledi. Benim ise o sıra şiddetli bir şekilde karnım ağrımaya başlamıştı. Kendisine, sınıfın hemen karşısında olan revire gitmek istediğimi, karnımın ağrıdığını söyleyince tabii inanmadı. Ona göre, hazırlıksız olan Alper sınavdan kaçmaya çalışıyordu. Ancak, sonuçta beni revire yolladı.
Revirdeki Alman doktor hanım beni muayene ettikten sonra ‘apandisitin patlamak üzere derhal eve git ve annene bilgi ver’ dedi. İzin kağıdını Herr Pröhl görünce beni hemen eve yolladı. Troleybüsle Tünel’den Nişantaşı’na eve geldiğimde durumu anneme anlattım. Karnım da berbat bir şekilde ağrıyordu.
Annem doktorun söylediklerine nedense inanmadı. ‘Biraz yoğurt ye ve uyu, geçer’ dedi. Ben de öyle yaptım. Saat 17:00 civarında ağrının şiddetinden uyandım. Annem durumun ciddi olduğunu o zaman fark etti. Derhal ilkokul arkadaşım Hamdi’nin babası çocuk doktoru Sami Uçar’ın Osmanbey’deki muayenehanesine gittik. Sami Bey beni muayene ettikten sonra ‘apandisit patlamak üzere sabahı beklemez, derhal bir operatör bulun’ dedi. Ben ağlarken annem telaşlı bir şekilde babamla temas kurdu. Amerikan Hastanesi operatörlerinden Orhan Bey’e haber verildi ve saat 20.00’de ameliyata girdim.
Ayıldığımda karnım aynı şekilde ağrıyordu. Ameliyat yeri ve dikişlerdenmiş. Üç gün hastanede yattım. Bir süre sonra okula başladım ama beden derslerine girmem yasaklanmıştı. Sınıfın kalecisi olarak çok üzüldüm. En sonunda 19 Mayıs’ta Alman Konsolosluğu’nun Tarabya’daki yazlık rezidansının bahçesinde yapılan Zekeriya Kupası final maçında kalede yerimi alabildim ve şampiyon olduk. Zekeriya Yasa, Alman Lisesi büfelerini işleten kişiydi. Kupanın sponsoru o olduğundan, kupaya da Zekeriya Kupası adı verilmişti. Kazanan takıma da kupayı bizzat verirdi.
Devam edecek…
(*) Yazıdaki isimler değiştirilmiştir.
Not: Bu yazı ilk olarak noktakibris.com sitesinde yayınlanmıştır.