Son birkaç yıldır hep aklımda doğuya gitmek vardı. Yıllardır her tatilimde ya güneye ya da batıya gittim.
Lakin doğuya gitmek hiç aklımın ucundan bile geçmedi nedense… Hatta İstanbul’a göç edip kalabalık yaratan doğudan gelen insanlarımıza da kızardım çok önceki dönemlerde, “Neden doğdukları köylerde kalmıyor? İstanbul’u kalabalıklaştırıyor! Ne köy ne de şehir, tuhaf bir şekle dönüştürüyorlar” diye…
Çok zaman oldu onlara kızmayı bıraktım tabii… Doğuya yatırım yapmayıp, halkı fakir, eğitimsiz bırakırsanız, sadece İstanbul’a her şeyi yaparsanız tabii halk akın eder onların suçu yok ki…
Nihayet Güneydoğu Anadolu’yu gezme fırsatını yakaladım. İyi ki gittim, iyi ki gördüm ve ne çok geç kalmışım gitmekte üzülerek onu da fark ettim. Oysa “ışık doğudan yükselir” diye boşuna söylenmemiş…
Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan önce Adana’ya ulaştım. Sabahın köründe aklıma takılan “Hanımın Çiftliği” dizisi vardı hani, Orhan Kemal’in romanından uyarlanan, orada “Adana köprü başı…” diye başlayan bir şarkı vardı ama sadece ilk satır aklımda gerisi yok.
Uzun köprü Seyhan Nehri üzerinde kurulmuş. Bazı arkeologlara göre, Hitit Kralı I. Arnuwanda, M.Ö. 1550’ye tarihlenen bir kitabede Adania ile savaşını anlatırken Taşköprü’den bahsetmiş yani dünyanın en eski köprüsü olma özelliği elinde! En son bakımı 2007’de yapılmış ve şu an kendi haline bırakılmış sular çekilmiş; nehir suları yerinde dip taşlar otlar var, minicik bir yerinden çağıldamaya çabalıyor. Adana deyince çoğunun aklına kebap gelir sanırım. Benim aklıma pamuk ovaları gelir, çırçır fabrikaları gelir, ağalar gelir, tarım işçileri gelir… Tur arkadaşlarımı beklerken bir kafede oturdum iki minik poğaça ve bir çay söyledim. “Ne kadar acaba? Hemen ödeyeyim acil kalkabilirim” dedim. “3 lira” dedi kızcağız. Şaşırdım! Çayımı içemeden arkadaşlar gelince de bir liramı bile geri verdiler, iyice şaşkın Anadolu yolculuğuma başlamış oldum.
Şunu fark ettim ki, kentler birbirlerine çok benziyor, insanları da öyle… Mesela Kuşadası’na gittiğinizde yolun ortasından geçen bir suyolu vardır ağaçlar ve köprüler ile denize kadar eşlik eder size… Malatya’ya girdiğimde de aynı suyolu çıktı karşıma ağaçlar, çiçekler, minik köprüler üzerinde… Eskişehir ise daha büyük nehir ve üzerinde köprüler tıpkı Edirne’de olduğu gibi…
Anadolu’nun eşiği denilen Mardin’den başlamak istiyorum anlatımıma! Oysa ondan önce Adana, Hatay, Gaziantep, Adıyaman, Malatya, Elazığ, hayran kaldığım Midyat’ı gördüm. Lakin ben yine de beni en çok etkileyen kentten bahsetmek istiyorum.
Neden “eşik” denilmiş? Verimli Mezopotamya ovası bir yanı Fırat bir yanı Dicle nehirleri… Ve bu ovanın ortasında kıtalar arası faylar birbirlerini ittikçe dağ yükseltileri oluşmuş. İşte Mardin de Arap yarımadasının Anadolu fay hattını itip sıkıştırmasıyla yükselen bir kent, kalker ve lavlarla örtülü bir dağın yamacında kurulmuş. Kent binlerce yıllık tarihiyle neredeyse bütün kültürlerin uğrak yeri, geçiş eşiği olmuş. Subarular, Sümerler, Akadlar, Hititler, Asurlar, Urartular, Mitanniler, Persler, Büyük İskender, Romalılar, Sasaniler, Bizanslılar, Araplar, Selçuklular, Sefaviler, ve Osmanlılar… İpek Yolu dahil kervanların geçtiği ve eşik olduğu için de savaşlara maruz kalan beni büyüleyen şehir… Sokakları daracık merdivenler, kemerler ile birbirine bağlantılı, taş evler aynı model, dağın tepesinde görkemli bir kalesi var. Halk bu kaleye erzaklarını koyar kale dışındaki evlerde yaşarlarmış. Bir savaş zamanında tüm halk kaleye girer oradan kentlerini savunmaya çalışırlarmış.
Hanedanın atası ve isim babası olan ve Oğuzların Döğer boyuna mensup bulunan Eksük oğlu Artuk, Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan’ın kumandanlarındandı. Kudüs’te kısa bir müddet hüküm süren Artuk Bey, 1091 senesinde vefat etmiş. Artuk Bey’in ölümünden sonra oğulları, Haçlılar ve onlarla işbirliği yapan Fatımîlerin baskıları sonucu bu bölgede fazla kalamayıp; oğulları, Üç kol halinde Hısnkeyfa (Hasankeyf) ve Amid (Diyarbakır), Mardin ve Meyyafarikin (Silvan) ve Harput’ta hüküm süren Türkmen hanedanlıklarını kurmuşlar. Daha sonraları Mardin Artukoğulları ile Hısnkeyfa Artukluları arasında sıkı bir dostluk ve iş birliği sağlanmış. Güneydoğu Anadolu Bölgesi, bu sayede imar ve medeniyet yolunda ilerlemiş. İşte bu yüzden Mardin, Midyat, Hasankeyf o kadar çok birbirine benziyor ki…
Ah! Hasankeyf! Ilısu barajının su tutturulmasıyla tamamen sular altında kalmış, 1981’de doğal koruma alanı ilan edilmiş olmasına rağmen… Oradan göçe zorlanan binlerce yıllık kültüre sahip halk TOKİ’nin yaptığı evlere yerleştirilmiş. Bir kültür ki M.Ö. 10 bin yıllık geçmişe sahip. Ta çanak, çömlek nedir bulunmamış, neolitik demir ve Helenistik çağa ait bulguların tespit edildiği eski çağlardan kalma Dicle’nin ilk uygar halkı olarak görülen Hurri kabilelerinden kaldığı düşünülen süs eşyaları, hayvan figürleri, resimler, taş aletlerin çıktığı bölge… Raman Dağları’nın güney eteklerinde, Dicle Nehri’nin iki yakasına kurulu mağara şehri…
Tabii o geniş aile kültürü sudan uzak beton yığınlarında yapamayıp tekrar geri dönmüşler kıyılara köşelere. Sonrasında şimdi Hasankeyf’in sular altında kalan karşı kıyısına bazı tarihi eserler taşınıp sergilenmek üzere dizayn edilmeye çalışılıyor her yer toz toprak içinde. Ve taş evler yapılmış oralara yerleştirilmiş göçe zorlanan o güzelim insanlar yeni evlerine alışmaya çalışıyorlar.
Mavi-turkuaz renklerin hâkim olduğu Zeynel Bey Türbesini Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan 1473 tarihinde Otlukbeli Savaşı’nda ölen oğlu için yaptırmış. Şimdi yeni taşındığı yerde oğullar-kızlar etrafında oturup satranç oynadığı, bisiklete bindiği, bazı rehberlerin o yerlerin tarihini anlattığı, kiminin şarkı söyleyip, kimin kitap veya tanıtıcı broşür sattığı bir alan haline gelmiş.
Çocuklardan izin isteyerek “Fotoğraf çekebilir miyim” diye sordum. “Tabii abla, çek” dediler. “Nasıl bu yeni yerlere alışabildiniz mi” diye sordum çünkü her yer hâlâ inşaat halinde, çok toz var. “Alışmaya çalışıyoruz ama eski evlerimizi, okulumuzu şimdiden özledik” dediler. Yeni yapılan okulda sınıflar ayrılmış. Birbirlerini göremiyorlar diye dertliler. Oysa eski okullarında bir sınıf içinde 3.4.-5.6. sınıflar hep bir arada mutlu imişler. Ve “Abla biliyor musun” dedi bir tanesi, “Buraya büyükler falan geliyor onlara hep yeni yapılan şu yolu gösteriyorlar oysa bizim sokak aralarımız daha yapılmadı onları kimse görmüyor”. Bu çocukları görünce, konuştukça, içim de bir burkulma ile beraber bir coşkun sevinç karışımı…
Dünyanın ilk medresesi Harran Ovası’nda, ilk köprüsü Adana’da, ilk uygarlıklar derken şimdi fakir bırakılan o halkı görünce nasıl hüzün doluyum kelimeler yetersiz kalacak hissettiklerime…
Karagül dünya üzerinde sadece Şanlıurfa’ya bağlı Halfeti üzerinde yetişen bir gül imiş rehberimiz bahsetti. Bölgede bulunan mikro klima iklimi sayesinde sadece burada yetişiyormuş. Hatta daha önce bu bölgeye gezmeye gelip bu gülfidanından alarak evine götüren bir çift “Maalesef yaşatamadık” diye üzülerek paylaştı. Halfeti tahmini 3000 yıllık geçmişe sahip Fırat Nehri kenarında kurulu nefis bir yerleşim alanı… Birecik Barajı’nın taşması nedeniyle günümüzde büyük bölümü sular altında kalan Eski Halfeti’de öğlen yemeği molasından sonra tekne turuna katılacaktım. Tekneyle gezerken güneş başıma geçmesin diye bir şapka satın alayım dedim. Turdakiler tekneye giderken ben arkada kalıp kendime bir hasır şapka seçtim. Sonra yetişmek için koşmaya başladım kıyıda… Arkamdan bir küçük çocuk sesi “Abla” diye bağırdı. Durdum, döndüm 9-10 yaşlarında bir erkek çocuk.
“Abla bu karagülü sana vermek istiyorum” dedi. Şaşırdım. Gül zamanı değil ve çevrede hiç kimse gül görememişken bana koşarak bir çocuk karagül hediye etti. Nasıl mutlu oldum tarif etmem mümkün değil. Şu an bu satırları yazarken bile çok duygulandım yine… Çok çok teşekkür ettim. Güle bir şey olmasın diye avucuma sakladım, ufaklığa “dönüşte görüşmek üzere” diyerek koşarak tekneye ulaştım.
Teknedeki arkadaşlarımla paylaştım bu yaşadığım olayı onlar da şaşırdı ve ilk defa karagül görmüş oldukları içinde çok sevindiler. Halfeti’nin büyüleyici o huzur verici güzelliğini içime çeke çeke teknenin en üst kısmından izleme şansı bir yanda bir yanda çantama özenle yerleştirdiğim karagülüm bir yanda kimler gelmiş kimler geçmiş o güzelim taşlara oyulu evler, sular altında kalan caminin kubbesinin üzerinde tekneden bakarken, hüzün, mutluluk hepsi karıştı yine bende… Dönüşte şapka aldığım yere uğradım, annesine sordum, “Ufaklık nerede diye bir anı kalsın istedim tanışmak istedim, fotoğraf çekerim” dedim. Annesi, “Birden sizin arkanızdan fırladı koştu ben de şaşırdım dedi. Muharrem’di adı bu güzel yürekli, sevimli küçüğün… 10. sınıfa gidiyormuş. Annesi ile süs eşyaları satan minik bir tezgâhları var Halfeti kenarında… Yolunuz düşerse benden çok selam söyleyin olur mu?
Daha anlatacağım çok şey var gezdiğim güzelim kentlerimiz hakkında ama buraya sığmaz tabii… Şanlıurfa’da insanlar 1980 yılına dek hala mağara evlerde yaşıyor imişler. Kenan Evren bu şehre gelip insanları mağarada yaşar görünce, “Hangi yüzyıldayız? Mağaradan çıkıp evlere geçmeli insanlar…” demiş ve yeni evler yapılmaya başlanmış; insanlar mağaraları terk edeli 40 yıl olmuş bu durumda..
İnsanlık tarihi adına şimdiye kadar bildiğimiz tüm bilgileri tekrar gözden geçirmemize neden olan, sil baştan eden dünyanın ilk tapınağı 12000 yıllık Göbeklitepe mesela…. Çok etkilendim bu bölgede… Tarlasını süren bir çiftçinin 1999 yılında bir testi bulup Urfa Müzesine götürmesi ve müzenin bir kenara koyup o an ilgilenilmemesi… Sonra adamcağız tarlasını yine sürmeye başlayınca birçok tarihi eser olduğunu fark edince yabancı ülkeler hemen el atmış kazı çalışmalarına. Orada bir dilek ağacı vardı en tepede… Gelenler bir şeyler bağlamış ağaca belli ki dilek tutmuşlar. Bense gidip sımsıkı sarıldım o tarihin üzerinde kök salmış ağaca… Kulağımı, yanağımı sıkıca yasladım ve öylece bir süre kaldım. Yüreğimle hissettim, tarihle bütünleşme duygusu buydu işte!
Tur nedeniyle koşuşturmacada sabah sabah yediğim baklava ve fıstıklı tatlı oldu kahvemin yanında ama lahmacununun tadına bile bakamadım, çok beğendim, bir daha geleceğim diye kendime söz verdim Gaziantep’e…
6 günde koskoca Güneydoğu’yu ancak belirli noktalarını gezerek görebildim. Ve çok kısaca bahsetmeye çalıştım sizlere… Ama insanları o kadar yardımsever, cömert, yürekleri öylesine güzel ki… Hani kadınlar duygusal deriz ya… Bu turla bakış açım değişti erkekler çok duygusal aslında kadınlar ise daima güçlü! Hele çocuklar o kadar bilinçli, farkındalıklı, sevgi dolu, zeki çocuklar ki…
İçimde büyük mutlulukla diyebilirim ki: Gümbür gümbür bereketli Anadolu topraklarımızda güçlü fidanlarımız yeşeriyor! İyi ki gittim, iyi ki gördüm iyi ki tanıdım sizleri! Yeniden görüşmek dileğimle dostlukla, uygar, çağa, Anadolu’muza yakışan zenginlik ve eşitlikle hep birlikte!