İnsan, kendi hakkında bir fikre sahip olmaya başladığı andan itibaren kendisini ve diğerlerini tanımaya ve anlamaya çalışmış.
Bilimin konusu olan insan kendisi gibi olanları keşfetmek için çeşitli bilim dallarından yararlanmış. Toplumsal bir varlık olan insanı ve davranışlarını anlamak için etnoloji, antropoloji, sosyoloji ve sosyal psikolojin kullanılmış. İnsan ilişkide olduğu toplumsal yapıyla sorun yaşarsa hukuk ve etik kurallar devreye girer. Kişi bireysel sorunlarından kaynaklı ruh ve sinir hastasıysa psikiyatri, psikoterapi ve psikolojiden yararlanılır.
İnsanı anlamak, tanıyabilmek için bütün bilimlerden yararlanmak gerekiyor. İnsanın fiziksel gelişimi ile düşünce gelişimi iç içe, diyalektik bir süreci tanımlar. İnsanların alet yapma ve doğaya hâkimiyet kurma mücadelesi kendisini geliştirmesini sağlamış. İnsanın fiziksel evrimiyle davranışsal, duygusal, bilişsel ve düşünsel evrimi birbirinin içine geçmiştir. İnsan doğasındaki benzerlikler, yaşam şartları, bulundukları ortam, aldıkları eğitim ve bireyin öğrenme ve merakına göre zamanla değişiklik gösterir.
Birçok yönden bilimin konusu olmasına rağmen insanın keşfedilmemiş çok sayıda yönü bulunmaktadır. Ne diyordu Charles Bukowski:
“Hangi çiçek, diğerini sarı açtı diye ayıplar? Hangi kuş farklı ötünce diğerine yasak koyar? Derisinden, dilinden ötürü öldürülüyor insanlar. Ah insanlar! Her şeyi bulup kendini bulamayanlar.”
Demek ki insanoğlu tarih sahnesinde var olduğu günden bu yana hep içinde yaşadığı dünyayı, doğayı, canlıları tanımaya ve anlamaya çalışmış. Ne gariptir ki evreni anlama çabası içinde en az tanıyabildiği varlık yine kendisi olmuş. İnsan gizemli bir varlık onu tanımak çok zor, içinde kendisinin bile bilmediği bir bilinmeyeni taşıyor.
İnsan çoğu zaman kendini ve duygularını bile çözemezken, benlik sıkıntıları yaşarken, umutlarını, korkularını, fantezilerini ve hedeflerini tercüme edemezken başkasını tanıyıp çözdüğüne inanması büyük bir yanılgı olsa gerek. Değişim, dönüşüm içerisinde olan insanın bir başkasını tanımaya, anlamaya çalışması beyhude bir çaba.
Doğa içinde var olan insanın varoluş ilkeleri ile doğanın oluşum ilkeleri birbirinden farklıdır. Doğanın insanı anlama, tanıma diye bir kaygısı yokken insan sürekli doğayı ve kendisini anlama, tanıma çabasındadır. İnsan var oluşunu diğer canlı türlerinden duygu, düşünce, inanç, hedef, korku, heves ve umutları ayırır.
Kendisini anlama sürecinde en önemlisi insanın özgür olup kendisi ve evren hakkında hakikate ulaşabilmesidir. İnsanın hem kendisini hem de bir başkasını anlaması gerçekten çok zor.
William James der ki:
“İki kişinin bir araya geldiği her yerde altı kişi vardır. İkisi, kişilerin kendilerini zannettikleri kişi, ikisi karşısındakinin onu zannettiği kişi, ikisi de gerçekte oldukları kişidir.”
Anthony Robbins de “Sınırsız Güç” kitabının bir bölümünde şöyle diyor:
“Kelime hazinesi yoksul olan insanların duygusal hayatı da yoksuldur. Kelime dağarcığı zengin olanların o tecrübeyi boyayabilecekleri çeşit çeşit renkleri vardır.”
Metafizik, etik, estetik ve sevgi gibi unsurların dünyada hiçbir karşılığı yokken kelimelerin gücü ile hissedebilir, hakikate dönüştürebiliriz.
Kendimizi sevmek; kendi benliğimizi tanımayı, anlamayı ve beslemeyi düşünebiliriz. Bir kişiye sevgimizi ifade edebilmek için, önce onu tanımaya, zamana ihtiyaç duyarız.
Kendimizi gerçekten olduğumuz gibi, karşımızdaki kişiyi de gerçekten olduğu gibi tanımamız gerekir. Sevmek insan bilincinin bir amaca yönelik eyleminin kendisidir. Bu eylem her bir sevgi türünde yer alan ve değişmeden kalan özdür.
İnsanları sadece koşulsuz sevin. Onları tanımak için uğraşmayın çünkü zaten kimse göründüğü gibi değil…