Yeni yetmeliğinden beri tanıdığım ve çok sevdiğim biri geçenlerde Amerika’ya geldi ve bizde kaldı. Şimdilerde ellisinde, evli, iki yetişkin çocuğu olan başarılı bir işadamı.
Gelme nedeni, işinin bir ayağını da Amerika’da oluşturabilir mi diye bakınmak. Öyle demişti ama işin başka bir rengi olduğu sonradan ortaya çıktı. “Hard Rock Cafe”nin Miami’de inşa ettiği meşhur “Gitar” oteline gelmiş. Bu görkemli “Gitar” bir kumar oteli. Oradaki poker turnuvasına katılmak için gelmiş. İş gezisi bahanesi değilse de yandan bir şeysi.
Dediğim gibi kendisi sevdiğim biri. Liseyi bitirdiğinde üniversiteye devam edemeyip bir tamircide çalışmaya başlamış, kısa sürede işinin ustası olup kendi dükkânını açmıştı. Beyaz eşya dediğimiz ev aletlerini en uygun biçimde tamir edebiliyordu. Mekaniğe yatkın, eli becerikli, eşyanın derdinden anlayan, güler yüzlü ve dürüsttür. İşini düzgün yaptığı için de iyi para kazanıyordu. Sonra deyim yerindeyse helal süt emmiş bir kız buldu, evlendi. Dünya tatlısı iki kızları oldu. Kendileri üniversite okuyamadıkları için kızlarının okumasına özel ihtimam gösterdiler. Kızların kumaşı da iyi çıktı. Anne ve babalarının çalışkanlığını ve dürüstlüğünü miras almış olmalılar ki başarılı iki genç kız olarak hayatta yerlerini aldılar.
Biz göçtük, ülkeden uzak kaldık, haber aldıksa da pek görüşemedik ama sonra o yanımıza gelince bu poker oyunculuğu meselesini öğrendim. Önce açık etmediyse de elinden düşürmediği telefonunda sürekli poker oynadığını, kendi oynamadığı zamanlarda da oynayanları izlediğini öğrenmem uzun sürmedi. Gitar oteli turnuvası kesmeyip başka bir turnuva için Las Vegas’a da gidince artık konu ayan beyan ortaya çıktı. O artık uluslararası bir poker oyuncusuydu.
Kumarın bir bağımlılık ve hastalık olduğunu, bu durumu ona hiç yakıştıramadığımı anlattım. Benim onu sevdiğim gibi o da beni sever. O nedenle saygıda kusur etmedi ama “kumarbaz” yakıştırmamdan da hiç hoşlanmadı. Pokerin bir kumar olmadığını o yüzden kendisinin de kumarbaz olmadığını bana anlatmak için epeyce dil döktü. Poker oyunculuğunun akla dayandığını, strateji kurmanın zorluğunu, hiçbir aşamasının şansa dayanmadığını, o nedenle de asla ama asla kumar olmadığını anlattı durdu.
Ben de anlattım durdum ki tam da o nedenle poker en has kumardır. Çünkü kumar aslen kazanma hırsından kaynaklanır. Oynadıkça da pekişir. Kazanamazsan gene oynamak istersin, kazanırsan gene oynamak istersin, çünkü bu alışkanlığı başlatan ve sürdüren beynin motivasyon kimyasalı olan dopamindir.
Dopamin, herhangi bir şey elde etmek için harekete geçmemizi sağlayan ve onu temin etmemiz için bizi dürtükleyen beyin salgısıdır. Dopamin dürtüklemese hiçbir şey yapmadan oturduğumuz yerde çürürüz. Dopamin ne kadar dürtüklerse de o kadar üretken oluruz. Özetle asıl işi dürtmek olan dopamin, çalışkanlığımızdan da kumarbazlığımızdan da sorumludur.
Beynimiz dopamini sever ve üretmek ister ama hangi yönden üreteceğine biz karar veririz. Kimi spor yaparak, kimi yemek pişirerek, kimi kitap okuyarak, kimi çocuk okutarak, kimi tamir yaparak, kimi de hırsızlık yaparak dopamin ürettirir beynine. Özetle kim neyi yapmayı öğrenmişse onu, hangi yolu öğrenmişse o yoldan giderek dopamin üretir. Kumar bağımlıları da kumar oynayarak karşılar bu dürtüyü.
Bu ve benzer anlatımlarımı sadece saygısından dinledi. Anlamaya çalışarak değil. Anlamak istemediğini anladığım halde yeniden anlattım. Oyunun ne kadar akıl ve zekâ gerektirdiği değildir adını kumar yapan, kazanma hırsıyla oynan her şeydir kumardır, dedim. Gençlerimizin dadandığı bilgisayar oyunları da kumardır, yaşlılarımızın kadim alışkanlığı tavla da kumardır, dedim. Amma yaptın be abla, sana kalsa briç ve satranç bile kumardır diyeceksin, diyerek kendi haklılığına bir kez daha inandı.
Peki, sence neye kumar diyelim, dedim. Anladım ki eski Yeşilçam filmlerindeki gibi ailenin ocağına incir ağacı dikecek kadar bir para kaybına neden oluyorsa eğer, işte o zaman oynanan oyunun adı kumar olabilir. “Bak abla, biliyorsun ben bu hayatta çok çalıştım ödülünü de aldım çok şükür. Baba mirası yemedim, her kuruşu kendim kazandım. Çocuklarımı da okuttum, onları da iş güç sahibi yaptım. Evimiz barkımız, malımız mülkümüz var. Çok şükür bir kenarda biraz paramız da var. Çoluk çocuğumun nafakasını kumara yatırır mıyım ben. Asla öyle bir şey yapmam. Kendime bir kota koydum. Senede 50 bin dolar ayırdım pokere. Bazen kazanıyorum bazen kaybediyorum ama yıllık kotamı aşmıyorum” dedi.
Peki, sene içinde kotan bitince ne yapıyorsun? Mesela bütçeyi aştım diye yılın son üç ayı oynamadan gelecek senenin bütçesini mi bekliyorsun, diye sordum? Yok, öyle bir şey hiç olmadı, baştan belirlediğimi bütün yıla yayarak kullanıyorum, dedi. Kaç yıldır yıllık elli bin dolar ayırıyorsun diye sordum. Aslında kotasının önce birkaç bin dolar olduğunu, zamanla yirmi bin dolara, bu sene de elli bin dolara çıktığını söyledi. Oynamaya ara vermediğini de öğrenince aslında oynamadan duramayan bir bağımlı olduğunu çünkü telefonla bile olsa her gün oynamaya devam ettiğini yüzledim. Hem harcadığı paranın hem de ayırdığı zamanın giderek artmasının da bağımlılıklardaki “tolerans gelişmesi” kavramının karşılığı olduğunu anlattım. Poker oynama alışkanlığını kendisinin yönettiğini sanmasının bir kandırmaca olduğunu, aslen poker oynama isteğinin onu yönettiğini anlattım. Anlamadı. Aslında anlamak istemedi. Turnuvalarını bitirince Türkiye’ye geri döndü.
Birlikte geçirdiğimiz sürede onunla elbette sadece kumar konuşmadık. Ülkemizin durumunu da konuştuk. Yıllardır biz burada o orada olduğu için görmediğimiz somut gelişmeleri sordum. Ülkenin hiç de söylendiği gibi batmış durumda olmadığını söyledi. Evet, dış borcumuz varmış ama halledilmeyecek bir miktar değilmiş. Bir yığın rakamlar söyledi anlamadım ama ekonomimiz hiç de kötü durumda değilmiş. Ülkemizin asıl derdi zaten bütçe açığı ya da iktidardakiler değil Fetöcülermiş.
Meşhur Temmuz darbesiyle, Fethullah tarikatının devlete sızan adamlarının yetkileri alınıp hapse atılınca, geri kalanları da yurt dışına kaçmamışlar mıydı, diye sordum. O da öyle değilmiş, çoğu yerinde kalıp gizlenmiş, hâlâ kuyumuzu kazmaktaymış. Darbe hikâyesinin hikâye olduğu kısmında da anlaşamadık.
Fethullahçılar yerine bambaşka tarikatlar devlete yerleştirilmedi mi, şimdiki tarikatlar daha da gerici ve tehlikeli, üstelik de sayıca daha fazla değil mi, diye sordum. Bu meseleler devede kulak abla, dedi. Türkiye’nin en büyük derdi Fetöcüler, diye ekledi. Fetöcüler bence de aktif biçimde iktidardakiler aleyhine çalışıyor, peki bu seçimde devirebilecekler mi diye sordum. Yok öyle bir güçleri artık. Zaten bu iktidar seçimi kaybetmez, dedi. CHP de başkaları da el ele vermiş dört bir yandan çalışıyorlar, beceremezler mi sence, dedim. İmkânı yok ablacım, sen bu seçim çoktan alındı bil, dedi. Aylar önceydi ve kendinden emin görünüyordu. Haklı çıktı.
Dedikodu severim dedim diye siz de beni iyice dedikoducu belleyip bir dostumun kumarbazlığının dedikodusunu yapıyorum sandınız değil mi? Hayır efendim, bu seçim nasıl oldu da kaybedildi diyenlere cevap olsun diye yazdım.
“Anlayamıyorum, nasıl olur da bunca çaba karşılığını bulamaz” diye şaşıranlara sözüm. Bu iş “bas mührü al şu paket makarnayı” işi falan değil ki. Bu iş, yepyeni bir sermaye sınıfı yaratma becerisi. Bulaşık makinesinin tıkalı borusunu açmakla uğraşan birinin bile Vegas’ta poker oynayabilecek bulamaçta paraya erişebilmesinin işi. Bu iş “MİT, Suriye’de iç savaş çıkarmak için tırlar dolusu silah taşıyor” diyen gazeteciyi sığınmacılığa mecbur ederken, abidik gubudik dizilerle yoksunları oyalamayı becerenleri saray düğünleri yapabilecek Karunluğa eriştirebilme işi.
Ülkenin yarısı nasıl oldu da hâlâ destek veriyor deniyor ya, ben de buna şaşılmasına şaşıyorum. Lütfen dönüp bakınız, Kılıçdaroğlu seçim öncesi neler vadettiydi. Borcunuzu taksitlendireceğim, gelirinizi artıracağım falan filan dedi, değil mi? Yani her bir kesime değişik türden menfaatler (!) vadetti. İnsanoğlu çıkarcı bir yaratıktır. Vaat etmek de politik açıdan iyi taktiktir. Ancak aynı insan evladı iyi bilir ki “eldeki bir kuş daha kuştur, daldaki iki baykuştan”.
Bir tarafta vaatler var, diğer taraftaysa uygulamalar. İnsanlar görüyor, dün serili çulu yokken bugün malikânelerde yaşayanları. Piyango onlara çarptıysa bana da çarpabilir diye düşünüyor. “Piyango çarpanlar ve de çarpacak olabilir umudunda olanlar” ülkenin yarısını oluşturmuş diye de hiç şaşırmayın. Yarısı ile sınırlı kalmayacak çünkü. Diğer yarının da yandan yandan yanaşmaya başladığına çok yakında tanık olacaksınız. Yüzde bir bile olmayanın avuçları kaşına kaşına yüzde elli oluşunu tanık olup şaşırdığınız gibi.
“Ben senin beni sevme ihtimalini sevdim” dizesinin gerçeğini an be an yaşıyoruz, daha da yaşayacağız.
Sevsek de beğenmesek de “poker face” diye de bir şey var. Oyunda elini belli etmeyen kazanıyor. Yani benim “poker face” olmakla övünen dostum iktidardan yana olmadığını, onlara asla oy vermediğini söylemişti de onu diyorum. Sizin de kol kola seçime gittiklerinizin bazıları asla oy vermem dediklerine verdi diyorum. Sizin yanınızda üzülmüş gibi yapıp aslında göbek atıyorlar, diyorum.
“Benim tuzum kuru, yoksulluktan perişan olanlar için artık asla üzülmem” diyenlere de asıl tuzu yaş olan sizsiniz diyorum. Yoksun olanlara “artık ne halleri varsa görsünler” diyenlere, hiç meraklanmayın derin yoksullaşma sürecinizden siz de nasipleneceksiniz, diyorum.
Bu kaybın nedeni, öfkenin yöneltildiği sokaklardaki şamatacı güruh değil, tahtında kaykılan bile değil, perde arkasında olmayı pekiyi beceren poker oyuncularıdır, diyorum.
Dış mihraktan çok içerdeki kurttur dokuyu kemiren diyorum. Düşman, pencereden girip çıkan değil güler yüzle kapımızı açıp buyur ettiklerimizdir, diyorum. Uzaktakiler yakındakilerdir, diyorum.
On sene önce ben de şaşkınlıkla “üçün biri ha?” diyordum, artık ikinin biri olunca öyle bir şiştim ki “yoksa o sen misin?” diyorum. Yüzün ellisi yani ikinin biri siz iseniz, öteki de sizinkidir, diyorum.
Peki, ne olacak sen ona söyle diyenlere de, Demirel gidince Adalet Partisi’ne ne olmuştu, Özal gidince papatyalara ne olmuştu, Ecevit gidince DSP’ye ne olmuştu, diyorum.
Ancak eldeki kuş uçunca bakışlar daldaki baykuşa çevrilir, diyorum.
Gözelerimize dek işlemiş çıkarcılığımızı bilmem anlatabiliyor muyum?