Sevgi gerçekten tam bir varoluş halidir. Evrensel bir mesajdır.
Az veya çok bilinci olan her canlının kalbi sevgiyle beslenir ve sevgiyi deneyimledikçe, kabul ettikçe bütüne açılır.
Şair William Blake bir şiirinde, “Tüm insanlar orijinal olarak doğar, birçoğu kopya olarak ölür” diyor.
Bence doğduğumuz an temel ihtiyacımız olan sevgi ve bağlanma eksik kaldığımız için gerçek benliğimizi deneyimlemek yerine biraz onun, biraz bunun gibi yaşıyoruz. Üstelik çoğumuz bu yanılgının farkında bile değiliz.
Peki, neden kalbimizi sevgiyle beslemekte güçlük çekiyoruz?
Yoga aracılığı ile gerek kendimde gerekse danışanlarımda fark ettiğim şey şu oldu: Çocukluğumuza dair hatıralarımıza göz gezdirdiğimiz zaman ifade ettiğimiz incinmelerimizin altında hep annemize bağlanmada yaşadığımız aksaklıklar çıkıyor. Baba ile de olumsuz hatıralarımız olsa bile.
Bu duruma çocuk doktoru ve psikanalist D.W.Winnicott şöyle açıklık getirmiş:
“Anne çocuğun tüm parçalarını bir arada tutandır.”
Yani anne bir tutkal gibi çocuğu muhafaza edendir. Anne gerçekten çocuğun yaşamında mevcut olduğunda ve onu sevgi ile tuttuğunda, çocuk da bu yaşamda tutunacak bir şeyi olduğunu hisseder. Sonuçta, tutunduğu şey annesinin kalbidir.
Peki, büyürken anne kalbine tutunamadığımız zaman ne olur?
Bir türlü dolduramadığımız bir boşluk hissedilir. Psikoloji bu boşluğun üç katmanı olduğundan bahsediyor.
İlk katman dış eksikliklerle ilişkili olan katman olarak nitelendirilmiş. Annenin yokluğu burada motor becerilerinin ve ilk akademik becerilerinin gelişimi için bireysel ilgi ve destek görmediklerinden dolayı yaşıtlarına göre gerektiği kadar gelişimi oranlı olmayan çocuklar olarak yansıyor. Bu çocuklar yaşamda az sosyalleşen bireyler olarak varlık gösterebiliyorlar.
İkinci katman, benlik hissinde yetersiz annelik görmekten kaynaklanan boşluk olarak nitelendirilmiş. Annenin bu bağlamdaki yokluğu, sevilmeme hissi ile birlikte oluşmuş, davranışlarına karşılık alamayan ve kendilerini varlık olarak hissedemeyen çocuklar olarak yansıyor. Bu çocuklar yaşamda öz güvensiz, evsiz ve hiçbir yere ait değilmiş gibi hisseden bireyler olarak varlık gösterebiliyorlar. Genelde boşluğu ya çokça aşık olarak doldurmaya ya da aşırı yalnızlaşarak korumaya almaya çalışıyorlar.
Üçüncü katman, kendi ebeveynliğimiz esnasında ortaya çıkıyor. Çocuğumuzu yetiştirirken nasıl destek olabileceğimize, cesaret verebileceğimize, sabırlı, şefkatli olabileceğimize, ihtiyaçları ve sınırları nasıl ele alabileceğimizi bilemediğimize kadar uzanıyor.
Bu üç boşluğunda sonucunda yaşamın içerisinde denge, uyum sorunu ve fazla esnek veya fazla katı sınırları olan bireylere dönüşüyoruz.
Fazla esnek sınırlarda yaşadığımız duyguların sonucu; hayır diyememe, yorgunluk hissi, reddedilme korkusu, hep meşgul olma, sürekli koşuşturma, eleştirme korkusu, çatışmadan kaçınma, birini kırarım endişesi olabiliyor.
Fazla katı sınırlarda yaşadığımız duyguların sonucu fazla yakınlıktan kaçınma, güven sorunları, hataları affetmede güçlük, değişmez kurallar, bağımsızlığa aşırı düşkünlük, kimseden yardım istememe, duvar örme olabiliyor.
Yoga, aynı zamanda bir psikoterapi yöntemi olarak yukarıda bahsettiğimiz tüm konulara temas ediyor. Yoga eğitimi alırken insanın en ilkel korkusunun düşme korkusu olduğunu öğrenmiştim. Şimdi anlıyorum ki bu bir yerden düşmenin çok ötesinde gönülden düşme meselesidir. Anne ile duygusal bağ kuramamaktır. Çünkü bağlanma bizim ilk temelimizdir.
Anne orada yoksa çökmüş bir benlik ve yaşamın içerisinde güçsüzlük hali oluşuyor.
Yaşam yolculuğunda yola çıktığımızda gemide yeteri kadar yetişkin olmayabilir ama yine de içimizdeki çocuğu iyileştirmek mümkündür.
Şimdi içimdeki çocuğa şunu söyleyebiliyorum:
“Benim için özelsin, senin için buradayım, güvendesin, sana saygı duyuyorum ve seni sen olduğun için senden ötürü çok seviyorum.”
Namaste…