İnsanlığın yürüyüşü Mezopotamya topraklarında başladı. Nehirlerin kavuştuğu yerde, Fırat ile Dicle’nin bereketli sularında ilk adımlar atıldı
İnsan göçebeydi, rüzgârla yürürdü, güneşle uyanır, yıldızlarla yön bulurdu. Yürümek onun doğasıydı; toprakla, hayvanla, gökyüzüyle kurduğu ilişkinin ritmiydi. Her adım bir keşifti, her durak bir başlangıçtı. Ama sonra insan, yürümeyi bıraktı. İlk buğday tanesi ekildiğinde, bu sadece bir tarım devrimi değildi; aynı zamanda bir bağlanışın, bir yerleşikliğin, bir durmanın işaretiydi. Buğdayı eken insan, toprakta kök saldıkça özgürlüğünü unutmaya başladı. Arpayla beslendi ama artık av peşinde koşmayan bir varlığa dönüştü. Evcilleştirdiği koyun, keçi ve köpek derken, kendisi de o hayvanlar gibi evcilleşmeye başladı. Artık doğaya hükmeden değil, doğayı ölçen, biçen, düzenleyen bir varlıktı.
Bir zamanlar sürülerle birlikte tepeleri aşan, nehirleri geçen o insan, şimdi duvarlar arasında yaşıyor. Tarla sürmek için toprağa bağımlı kaldı, sonra o bağımlılık medeniyetin temeli oldu. İlk şehirler kuruldu ama o şehirlerin temeli aslında insanın yürüme alışkanlığını terk etmesiyle atıldı. Ve bugün… İnsan artık hiç yürümüyor. Ne toprakla bağ kuruyor ne gökyüzüne bakıyor. Yürümeyi simgeleyen her şey ya bir egzersiz uygulamasına ya da dijital oyuna dönüştü. Bir zamanlar toprağın kokusunu alarak yön bulan insan, şimdi harita uygulamasına bağımlı. Bir zamanlar sürüsünü güden insan, şimdi koltuğunda oturup dizi izlerken kendini “özgür” sanıyor.
Evcilleştirdiği tüm canlılar onun için üretirken, o kendi ruhunu tüketti. Tarımı icat etti ama toprağa hapsoldu. Depolarını doldurdu ama açlığını dindiremedi. Yollar yaptı ama kendi iç yolculuğunu unuttu. Hayvanları yularla bağladı ama en sıkı düğümü kendi benliğine attı. Mezopotamya’da başlayan o büyük yürüyüş, yerleşikliğin konforunda dondu kaldı. Şimdi insanlık yeniden yürümeyi öğrenmeli. Ama bu sefer sadece bacaklarıyla değil; zihniyle, kalbiyle, ruhuyla… Çünkü insan, doğayı evcilleştirdikçe kendini unuttu. Ve kendini hatırlamanın yolu, yeniden yürümekten geçiyor. O ilk yürüyen insan; çıplak ayakla taşlara, çamura basan, göç eden, değişen, öğrenen insandı. Ama yerleşik hayata geçtikçe, hareket azaldı, beden hantallaştı, zihin sabit fikirlere tutundu. Evcilleştirilen hayvanlarla birlikte insan da yabanîliğini yitirdi. Önce doğadan, sonra içgüdülerinden uzaklaştı.
Mezopotamya’dan beri insanlığın bugün yürümesi durdu. O günden bugüne adımlar çoğaldı, yollar çeşitlendi, ayak izleri uygarlıkları kurdu, ama insanın gerçek anlamda yürümesi, içsel, ahlaki ve bilinçsel ilerlemesi bir yerde durakladı. Dünya, teknolojik anlamda devrime uğradı; konfor alanlarımız genişledi, yaşam kolaylaştı, hız arttı. Ama insan, konforun içinde giderek ağırlaştı, hantallaştı, duyarsızlaştı. Bugün artık dünya değişiyor ama insan dönüşmüyor. Sadece cihazlar yenileniyor, yüzeyler cilalanıyor; öz yerinde sayıyor.
Tarihin derinliklerine baktığımızda, insanlık tarihinin Mezopotamya’dan sonraki dönemi, adeta bir duraklama, belirsizlik ve yeniden yapılanma süreci gibi görünür. Mezopotamya, insanlık tarihinin en erken yerleşim alanlarından biri olarak bilinir ve burada ilk uygarlıklar, yazı, hukuk, sanat ve bilim gibi temellerin atıldığı yer olmuştur. Ancak Mezopotamya’dan sonra, tarihsel süreç içinde bir takım dönüşümler yaşandı. Bu dönüşümler, bazen bir ilerleme olarak algılanabilirken, bazen de bir duraklama, hatta gerileme olarak değerlendirilmiştir.
Bu “duraklama” süreci, bazılarına göre, insanlığın daha derin düşünceler üretmeye, felsefi sorgulamalar yapmaya başlamasıyla ilişkilendirilebilir. Antik Yunan’da felsefe, bilim ve sanat yeniden doğarken, Roma İmparatorluğu’nda ise bu alanlar zamanla bir tür teknik gelişimle birlemiştir. Ancak bu ilerlemeler, bir anlamda eski Mezopotamya’daki gibi köklü bir kültürel devrim yaratmaktan çok, var olan bilginin aktarılması ve yeniden şekillendirilmesi olarak kalmıştır. Mezopotamya’da başlayan yazı ve hukuk sistemlerinin etkisi, Roma’da hukuk, Antik Yunan’da ise felsefi düşünce olarak devam etse de, bu dönemler kendi içlerinde karmaşık bir şekilde birbirine bağlıdır.
Mezopotamya’dan sonra gelen duraklama, aslında insanlık tarihinin bir başka önemli aşamasına, farklı kültürlerin ve düşünsel mirasların yeniden şekillendiği bir döneme işaret eder. Bu dönem, bir anlamda insanlık tarihinin “dönüşüm” süreci olarak da görülebilir. O dönemde insanlar hâlâ Mezopotamya’nın bilgi hazinesini sahiplenerek yol alıyor, ancak bir türlü o kadar köklü ve devrimsel bir yenilik yaratamamışlardır. Bu belirsizlik, belki de insanlık tarihinin her evresinde karşılaşılan bir durumdur; bir çağın sonu ve diğerinin başlangıcındaki boşluk, bazen en büyük yaratıcılığı ve yeniliği doğurur.
Bu çuvallama hali, sadece bireysel değil, toplumsal bir boşluk da yaratıyor. Empati yok, sabır yok, karşılıklı anlayış yerini kısa yollarla kazanılmış “etkileşimlere” bıraktı. İnsan, kolayca vazgeçen, kolayca tüketen bir varlık hâline geldi. Halbuki yürümek, zorun kabulüdür. Yolda olmak, sabırdır. Her adımda kendini biraz daha tanımaktır.
Ama insan yürümediği için düşmüyor. Düşmediği için öğrenmiyor. Öğrenmediği için insanlaşamıyor. Konfor içinde yoğrulan yeni insan, riskten kaçıyor. Oysa gelişim, kırılmadan, yanılmadan, kaybolmadan olmaz. Asıl büyüme, yolun sertliğiyle yoğrulmakla mümkün.
Bugün insanlığın en büyük sorunu, yürümeyi unutmuş olmasıdır. Yürümenin anlamını; yani yönü, iradeyi, kararlılığı, yüzleşmeyi yitirmiş olmasıdır. Duruş yok, çünkü herkes hareket ediyor gibi görünüyor ama hiç kimse gerçekten bir yere varmıyor.
İnsan, yürüdükçe insandır. Yürümek, unutulmuş insanlığımıza geri dönmenin en sade ama en güçlü yoludur. İnsanlık, yürümeyi unuttu çünkü zamanla gelişen her yeni keşif, insanı doğanın ve kendi doğasının dışına itmeye başladı. Yürümek, bir zamanlar insanın varoluşunun en temel eylemi ve bir anlam arayışıydı; ama ilerleyen medeniyetle birlikte, adımlar yerini hızlı ve kolay çözümlere bıraktı.
Yürümeyi unutmamızın pek çok nedeni var. Teknolojinin ve hızlı yaşam tarzının etkisi, insanları sadece fiziksel değil, zihinsel olarak da hızla tüketime ve çözüm arayışlarına yönlendirdi. Konforlu yaşamlar, egoları besleyerek bireylerin daha az efor sarf etmelerine yol açtı. Doğayla bağımızın kopması, çevresel değişikliklerin hızlanması ve modern hayata dair değerlerin evrimi, insanları içsel yolculuklarını terk etmeye sevk etti. Her şeyin hemen erişilebilir olduğu, her şeyin hazır olduğu bir dünyada, yürümek artık anlamını yitiriyor gibi görünüyor.
Yürümek, kaybolan insanlığımıza geri dönmenin yoludur.
Görel: potamya.co
İlgili yazılar:
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: