Çok satan, kolay okunan kitap yazmak merakı yüzünden kitapçılar yıllardır çöp satıyor.
Her ne ki daha kapıdan içeri girerken piramit gibi yığılarak gözünüze sokuluyorsa, her ne ki ekranlarda, sosyal medyada, gazete yazılarında sık sık sözü ediliyor, reklam olarak önünüze düşürülüyor, hemen al, mutlaka al, satın al diye çığlıklar kulaklarınızı işgal ediyorsa ondan kaçın. Pazarlamaya konu bir ‘’mal’’ statüsüne indirgenmiş kitap artık okuma zahmetine katlanma özelliğini yitirmiş demektir.
Evet, okumak zahmetlidir. Öğrenmek, bilmek, anlamak arzusu bu zahmeti kolay kılar, elbette amacı bu olanlara. O yüzden bu amaçtaki kişiler iyiyi arar ve bulur. Ama gençler, zamane reklam tuzağına çabucak düşer ve ruhunu çöple doldurur. Hem de hiç farkında olmadan. Hem de ‘’ben çok okurum’’ diye böbürlenerek. Okuduklarından öğrendiğini sanır. Bu genç zihinlere yapılan en büyük kötülüktür.
Çok satan kitap yazarı olma arzusundan bin yıl önce yaşamışlar da nasibini alır. Roman yazacak ama yeteneği yok. Bir tarihi kişiliği alır, adını kullanır ama onu kendi kafasındaki imajıyla ve tamamen uydurma hikayelerle maskara haline getirir. Yazmak imgelem, hayal gücü, yaratıcılık, derinlik, felsefik bakış, kapsayıcı görüş, görünmeyeni görebilmek, yan yana gelmez denenlerdeki bağı keşfedebilmek ister. Oysa klavye başına geçen herkes, her konuda yazma yetkisini kendinde görüyor. Yazan çok da, okuyan az. Daha da az olsun inşallah!
Bütün bunları bana yazdıran İskender Pala oldu. Kitapçıda gezinirken yalbır yalbır yanan, kıpkırmızı alevleri kabartmalı olarak canlandırılmış OD başlıklı kitabı dikkatimi çekti. Nasıl çekmesin, mübarek diskotek avizesi gibi. Kitabı elime aldım. Yunus Emre’yi romanına kişi seçmiş. Koca Yunus, gönüllerde taht kurmuş, yüzyıllar ötesinden sesi hâlâ gök kubbede yankılanan o büyük insan. Kitabın kapağında aynen BİR ‘YUNUS’ ROMANI ifadesi yer alıyor. Yunus’u tırnak içinde göstermekle onunla ilgili her şeyi söyler, yazarım, buradaki Yunus tırnak içinde Yunus’tur demek istemiş diye anlıyorum. Bu onu daha da özgürleştirmiş ya da bu büyük şahsiyete karşı sorumsuzlaştırmış (mı) diyelim.
Kitabın her hali bana “Kaç Tijen kaaaç!” diye bağırıyordu ama Yunus Emre deyince bir bakayım dedim ve aldım. Yazıklar olsun! Okudukça gözümde canlanan kişi ağlak, ezik, sürekli pişmanlıklar içinde kıvranan, ne istediğini, hangi yöne gideceğini bir türlü kestiremeyen bir sümsük canlanıyordu gözümde.
Asıl resmedilen kişinin adını da söylerim ama hadi onu da siz tahmin edin. Yunus çölde Mekke’ye doğru ilerliyor. Daha doğrusu sürünüyorken birden tüm çevresi nura gark oluyor mesela. Yunus bu esnada bu nurdan içen kimi kulların renginin nura döndüğünü içemeyenlerin ise karardıkça karardığını görüyor ve “Bildim ki Asr-ı Saadet’tir ve mümin ile münafık fark olunmaktadır” diyor. Gözlerini açtığında ise kendisini bir cami duvarında büzülmüş yatıyorken buluyor.
Bu Yunus’un aklı o kadar karışık, anlayışı o kadar kıt ki “Sanki bir erik dalına çıkmıştım da orada üzüm yiyordum ama bahçe sahibi gelince cevizlerini neden yediğimi sormuştu” ve benzeri hayıflanmalar içinde kıvranıp duruyor. Yunus değil de sanki Mecnun. Evli ve çocuklu Yunus karısını genç yaşta kaybedince ona olan sevgisi kara sevdaya dönüyor. Sık sık yolunu şaşırıyor bu yüzden. Bir karısının öldürüldüğü köyüne doğru, bir de kaçırılan ama nerede olduğunu bilmediği oğlunu aramak için kendini yollara vuruyor. Arada bir yerlerde işte Tapduk Sultan’ı buluyor ama orada da hep ağlak, hep itilen kakılan oluyor.
Bu kitabı okumak bir işkenceydi. Ancak bu işkenceyi yazmak Koca Yunus’umuz için bir boyun borcu. Yapmayın, etmeyin, eylemeyin efendiler. Tarihi, büyük şahsiyetleri, yüzyıllar ötesinden ışık olarak parlayanların adını doymak bilmez arzularınıza malzeme etmeyin. Kendi karakterinizi yaratamıyorsanız roman yazmayın arkadaş. Yazıktır, ayıptır, günahtır.