Metin Gülbay
İrlandalı bir din adamı olan Robert Walsh 1772’de doğdu. Kendisi aynı zamanda bir tarihçi ve tıp doktoruydu. 1815’te John Warburton ve Peder James Whitelaw ile birlikte Dublin Tarihi adlı yapıtı hazırladı. 1820’de İstanbul’daki Britanya Büyükelçiliği’nin rahibi olarak atanınca 1821 başında İstanbul’a geldi. 1824’te kentten ayrıldı. Burada yazdığı mektuplardan derlediği “Yunan ve Türk Devrimleri Sırasında İstanbul’da İkâmet”(1) başlıklı yapıtını 1836’da yayınladı. Walsh 1828-1832 (mayıs) yılları arasında da İstanbul’da bulundu.
Walsh’ın mektuplarında ne kadar nesnel olabildiğini bilemiyorum. Olayları anlatırken ne kadar abartı kullandığından da habersizim. Ancak bire bir tanık olduğu olaylar var ve ne kadar abartılı olursa olsun gerçeğin ipuçlarına bunlarda rastlamak çok mümkün görünüyor. Bu yüzden mektuplarına değer vermek gerektiğine inanıyorum. Türklerin genel hatlarıyla normalde nasıl, duygusallaştıklarında nasıl davrandıklarına ilişkin de bazı bilgilerim var. Bu bilgileri üst üste veya yan yana koyunca mektuplarda anlatılanların bazı gerçekleri içerdiğine inanıyorum. Bundan ötürü de başlıktaki olayı onun tanıklıklarından aktarmakta pek sakınca görmedim. Buna karar vermek kolay olmadı. Çünkü okuyacaklarınız pek hoş şeyler değil ama tarih romantik filmler gibi değildir. Gerçeğin acımasız, iç karartıcı, mide bulandırıcı yüzünü de ansızın gözünüzün önüne seriverir. Haydi başlayalım.
İstanbul’daki Rumların başına gelenler yalnız Yunan anakarasında çakılan kıvılcımın İmparatorluk yönetiminde yarattığı kızgınlık ve öfkeyle kalmadı. Sakızıyla ünlü ve zengin olan Sakız adasındaki olaylar da ne yazık ki bir katliamla sonuçlandı.
“Çevre adalarda yaşayan Yunanlar, Sakız Adası’na gelmiş ve ada halkını isyana katılmaları için cesaretlendirmişti… Adanın yönetici sınıfı, güvenliğini ve zenginliğini kaybetmekten korktuğu için Yunan İsyanı’na katılma konusunda isteksizdi. Ayrıca adanın Türklerin egemen olduğu Anadolu’ya çok yakın olduğunun ve bunun güvenlik riski taşıdığının bilincindeydi…
Mart 1822’de Yunan İsyanı anakarada güç kazanmışken yüzlerce silahlı Yunan, komşu ada Sisam’dan Sakız Adası’na geldi. Yunanların saldırısına uğrayan Türkler, adadaki hisara çekildi. Ada halkından pek çok kişi de isyana katılmaya karar verdi. Ancak nüfusun büyük çoğunluğu misillemeyi kışkırtacak hiçbir eylemde bulunmadı ve Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ayaklanan diğer Yunanlara katılmadı.
Kaptan-ı derya Nasuhzade Ali Paşa komutasındaki Türk donanması 22 Mart’ta adaya geldi ve adayı yağmaladı. 31 Mart’ta adanın yakılması emri verildi ve sonraki dört ay içerisinde tahminî 40 bin Türk askeri adaya çıktı. Ateşe verme eylemlerine ek olarak askerlere… İslam inancını benimsemeyi kabul edenler hariç öldürmeleri emri verildi.. 120 bin kişilik ada nüfusunun yaklaşık dörtte üçü katledildi, köleleştirildi veya hastalıktan öldü… 21 bin kişi kaçmayı başardıktan, 52 bin kişi köleleştirildikten ve 52 bin kişi katledildikten sonra adada iki bin kişinin kaldığı tahmin edilmektedir. Hayatta kalan on binlerce kişi Avrupa’ya dağıldı ve Sakız diasporasının bir parçası oldu. Başka kaynaklarda öldürülen veya açlıktan ölen Sakızlıların sayısı 20 bin olarak verilmektedir. Katliam sırasında köleleştirilen genç Yunanlar zengin Osmanlı aileleri tarafından evlat edinildi ve İslam’a geçirildi. Yorgo Stravelakis (sonraki adıyla Mustafa Haznedar) ve İbrahim Edhem Paşa gibi bazıları Osmanlı İmparatorluğu’nda tanınır hâle geldi.” (1)
Görüldüğü gibi bir bağımsızlık isyanı anormal bir şiddetle bastırılmaya çalışılmış. Oysa bağımsız yaşamak her milletin hakkıdır ama Osmanlı’nın bunu anlamasını beklemek sanırım Pamuk’tan (kedim) okuma yazma istemek gibi bir şey olurdu. Neyse… artık Walsh’ın anılarına başlayalım izin verirseniz.
“Bir gün Galata’da oturan ve İstanbul’daki Britanya ticaret acenteliğinin kurucusu sayılan James Barbaud adlı saygıdeğer, yaşlı bir beyefendiyi ziyarete gittim. Elli yıldır bu ülkede yaşadığını ve bu güne kadar böyle bir hareketlilik görmediğini söyledi… Rumların, imparatorluğun her yerinde genel bir ayaklanmaya hazırlandıklarına dair haberler aldığını söyledi. Babasını gayet iyi tanıdığı Prens (Aleksandros) İpsilantis’in (1792-1828) Rusya’dan Boğdan’a geçtiğini ve eyaletlerdeki bütün Rumların katılımıyla ayaklanmanın yayıldığını, her an İstanbul’a saldırıya geçebileceklerini, oradaki bütün doğulu Hıristiyanların kendilerine katılmaya hazır olduklarını, bu kargaşa sonucunda burada yaşayan bütün Frenklerin can ve mallarının tehlikeye düşeceğini anlattı. Söylediklerini kanıtlayabilmek için de bana, yazıştığı bir kişinin kendisine yeni yolladığı Yunanistan bağımsızlık ilanını gösterdi. Bu kapsamlı proje öylesine büyük bir gizlilik içinde sürdürülüyordu ki, hem kendisinin hem de diğer tüccarların her gün iş ilişkisi içinde oldukları bir sürü Rum bile ne en ufak bir dedikodu duymuş, ne de böyle bir şeyden kuşkulanmıştı. Pera’ya geri döndüğümde birkaç saat içinde insanların yüzlerindeki ifadenin ve tavırlarının tamamen değişmiş olduğunu gördüm.
Herhangi bir olayı hemen duyuracak bir gazete yoktu ama haberleri ağızdan ağıza hızla yayılıyordu… Galata’da dükkanları olan Ermeniler Pera’daki evlerine gidebilmek için acele ediyordu, önümden yokuşu çıkan bir grubun telaş içinde olduğu açıkça belli oluyordu… Bir eli yatağanın kabzasında olan, diğer eliyle de bıyıklarını buran Türkler yavaş yavaş yürürken Rumlar ve Yahudiler ne zaman onlarla karşılaşsa ya bir dükkâna ya da açık buldukları bir kahveye dalıyordu.
Ertesi gün bazı ayrıntılar sızmıştı. Babıāli’yle sıkı ilişki içinde olan Boğdan ve Eflak eyaletleri Rum beylerin yönetimi altındaydı ve yapılan atamalarda Fenerlilerin epey entrika çevirdikleri biliniyordu. Eflâk beyi Ocak 1821’de öldükten sonra halk eski valilerinden büyük baskı gördükleri ve mağdur oldukları için yeni birinin seçilmesini istememiş ve Bābıāli’ye bir heyet göndererek, onların koruması altında kalmak ve Fener’den atanacak bir vali yerine her zamanki gibi vergi ödemeye devam etmek istediklerini bildirmişlerdi. Türkler onların şikayetlerini duymazdan gelince baskı altındaki köylüler Todor Vladimirescu adında birinin önderliğinde mart başında ayaklanmaya başlamışlardı. Bābıāli, sürekli olarak bir eyalette ya da öbüründe zorunlu vergilerden bunalan halk arasında çıkan başka yerel karışıklıklarda olduğu gibi bu olayı da fazla dikkate almamış ve yerel yetkililere her zamanki gibi olayları bastırmasını ve önayak olan suçluları cezalandırmasını emretmişti. Bunun hemen ve etkin biçimde yapılacağı varsayılmış ve işler her zamanki gibi yürütülmüş, sonra aniden yeni ve çok daha ciddi bir tehlike ortaya çıkmıştı…
Devrimlerde, belli bir ilkeye karşı çıkan bir kişinin, onun reklamını yapan bir ajana dönüştürülmesi gibi tuhaf bir gerçek ender olmakla birlikte, hiç de sıra dışı değildir. Vladimirescu’nun, Rumların eyaletlerdeki egemenliğine son vermek üzere başlattığı ayaklanma, İpsilantis’in elinde sistemi yerleştirmenin bir aygıtı haline gelmişti. Vladimirescu alaşağı edilip idam edilmiş, taraftarları da Rum prenslerin taraftarlarıyla birleşmişti. Bunun üzerine Yaş’ta kurulan Rum eyalet hükümeti heyecanla bir beyanname hazırlamıştı.
28 Şubat 1821’de Yaş’ta basılan ilk beyanname gizlice dağıtılmış, kopyaları elden ele dolaşmaya başlamıştı; İstanbul’da kimse bunun nasıl olabildiğini bilmiyordu. Türklerin dikkatini en çok iki paragraf çekmişti: ‘Dayanılmaz boyunduruğu kırmanın -duvarlarımızın tepesindeki hilâli indirip yerine her zaman adına fetihler yapacağımız haçı yerleştirmenin- böylece ülkemizin ve kutsal dinimizin dinsiz barbarlardan öcünü almanın tam zamanı. Avrupa’nın uygar insanları Yunanistan’ın özgür olmasını istiyor ve birçoğu bizim yanımızda savaşarak baskı yapacak. Haydi ilerleyelim arkadaşlar, bu devletlerin en güçlüleri göreceksiniz sizin haklarınızı koruyacak.’
Türklere göre bu sözler iki şeyin habercisiydi: İlk olarak Müslümanlığın kökünü kazımak istedikleri, ikincisi de Rusların bu yıkıma yardım etmeye hazır oldukları.
İpsilantis imparatora (Rusya, M. G.) bir rica mektubu yollayarak, sıkıntı içinde yaşayan Rumlara, özellikle de Eflak ve Boğdan’dakilere yardımlarını esirgememesi için dua ettiğini belirtiyordu. İmparator yanıt olarak İpsilantis’in adını Rus Ordusu’ndaki subaylar listesinden hemen silmiş ve bu girişimini resmen reddettiğini bildirmiş ve Prut ile Besarabya’daki Rus kuvvetlerinin başındaki General Wittgenstein’a tam tarafsız kalmasını, İstanbul’daki büyükelçisine de Bābıāli’ye gidişatla ilgili bilgi vermesini emretmişti. Sultan ise İpsilantis’in beyannamesine doğrudan yanıt vererek, ‘bu yüz kızartıcı ayaklanmaların, Allah tarafından korunan bir dini tehdit etmekte olduğunu, her Müslümanın kendini zamanın koşullarına uydurmasını, sosyal yaşamın çekiciliğine kapılmayı bırakmasını ve Türk Milleti’nin başlangıçtaki durumuna, yani atalarının askeri hayatlarına dönerek, ona uygun yaşamalarını ve herkesin silahlanması’ gerektiğini belirtiyordu.
Bu buyruk halk arasında yayıldığı zaman herkes silahlanmaya başlayarak bir çift piştov ve yatağan edinmiş, 8-10 yaşındaki çocuklar bile kendilerini donatmıştı. Öldürücü silahlarla donatılmış 100 binden fazla gözü kara insanın, haklarında güçlü önyargılara sahip silahsız kent sakinlerinin üzerine salındığını bir düşünün! Bu insanlarda oluşturulan algı, düşmanın Müslümanlığın kökünü kazımak niyetinde olduğuydu, onlar da Türk olmayan herkesin böyle düşündüğünü sanmıştı. İşleri gereği sürekli olarak Tophane ve Galata’da bulunan bir reayayla karşılaşınca onu durduruyor, ceza alma tehlikesi olmadan hakaret ediyor, soyuyor, sık sık taciz ediyor ve verecek bir şeyi olmayanları yaralıyordu. Bābıāli’ye bu doğrultuda beyanda bulunulmuş ve bir ferman çıkarılmıştı. Camilerde okunan bu fermanda bütün Frenklerin, devletin güvencesi altında olduğu ve korunmaları gerektiği, bunu denetlemek üzere bir devriye gücü oluşturulduğu yazılıydı. Beyaz atkılarıyla ayırt edilen devriyeler aslında yeterli koruma sağlayamıyorlardı. Genelde yaşanan kargaşa o kadar büyüktü ve denetim altına alınamıyordu ki, bazı durumda onlar bile müdahale etmekten korkuyor, hatta bazen onlara katılıyorlardı. Normal durumlarda bir Türk sakin ve tutarlı biridir, ona güvenebilirsiniz, ama önyargıları söz konusu olduğunda ya da fazlasıyla tahrik edildiğinde kabalaşır, kendini alıkoyamadığı amansız bir öfkeye kapılır. Kısa bir süre sonra devriye birliği de halkın geri kalanından etkilenmeye başlamış ve aynı aşırı davranışları sergiler olmuştu.
Devriye birliğinin güvenliği sağlayacağından emin olarak, her zamanki gibi kentte dolaşmaya devam ediyordum. Yollarda yalnızca Türkler vardı, geri kalan herkes yok olmuştu. Pera Caddesi oldukça dardı ama iki yanında iki kişinin rahatlıkla birbirini geçebileceği genişlikte kaldırımlar vardı. Talihsiz bir Rum bir şey almak için gittiği bir bakkaldan ya da seyyar satıcıdan aceleyle dönerken, tam önümde yürüyen bir Türkü görünce neredeyse duvara yapışarak ona yol açtı ama Türk inadına yatağanını çekti ve onu duvara mıhladı. Zavallı adam ölmüş yüzüstü yere kapaklanmış, katil de yatağanındaki kanı sile sile cesedin üstüne basarak bir kahveye girmişti; onu daha sonra orada sessizce çubuğunu tüttürürken gördüm… her gün (İngiliz Büyükelçilik, M.G.) sarayın kapısının önünden talihsiz bir adamın yaralı bedenini ya da ölüsünü omuzlarında taşıyan insanlar geçiyordu.
Ayaktakımının genelde rastgele yaptığı bu saldırılar giderek daha belirgin bir biçime dönüştü ve Türk adaleti birkaç gün içinde kendisini göstermeye başladı. Bir grup nüfuzlu Rum’un ayaklanmacılarla anlaştıklarından kuşkulanan yetkililer onların üzerine, ceza davalarında uyguladıkları doğuya özgü yöntemlerle gitmeye karar vermişti. Kısa bir süre için İstanbul’da bulunan ve zamanını iyi değerlendirebilmek isteyen bir beyefendi, tehlikeli olmasına karşın kentten ayrılmadan önce Haliç’i gezip (eski) İstanbul’u görmek için acele ediyordu. Öfke biraz dinmişti, o da yanına iki yeniçeri alarak karşıya geçti. Fener’deyken o sabah beş Rum’un tutuklandığını öğrendi, haberleri dinlediği sırada iyi giyimli genç bir adam bulunduğu sokak boyunca sürüklenmeye başladı. Giysileri yırtılmış, üstü başı çamur içinde kalmış, sarığı ve çarıkları çıkmış, başı ve ayakları çıplak kalmıştı. Sokağın köşesine geldiğinde bir an nefes almak için çabaladı, itiraz etmeye çalışıyor gibiydi, ama iki Türk omuzlarına bastırarak ona diz çöktürdü, üçüncü biri de elinde kafa kesmekte kullanılan kesin kıvrık bir palayla gelip bir vuruşta başını kesti, bedeni de insanların üstüne basıp geçmeleri için sokağa atıldı. Katiller hızla oradan uzaklaşmış, cesedin başına köpekler birikmeye başlamıştı. O gün kafası kesilip bedenleri ortalıkta bırakılan Mano ile adı galiba Angerli olan iki Rum beyefendi daha vardı. Her ikisi de Frenklerin saygı duydukları ve değer verdiği, bilim ve edebiyat düşkünü, kibar, iyi huylu insanlardı. İkisi de önceden uyarılmadan evlerinden alınmıştı, başlarına gelecekleri bilmiyorlardı, ama bu bütün Rumların endişe duyduğu genel bir durumdu. Hepsi ilk yol kavşağına kadar sürükleniyor ve hiçbir açıklama ya da soruşturma yapılmadan oracıkta infaz ediliyordu. Bunlardan biri kendisini almaya gelen Türkü tanıyordu, Türk onunla arkadaşça konuşuyor, cesaretlendirmeye çalışıyordu, ona yorulup yorulmadığını sormuş ve isterse durabileceğini söylemişti. Talihsiz adam ona teşekkür etmiş ve tam biraz nefes alırken, Türk, cellada işaret vermiş ve onun da diğerleri gibi başı vurulmuştu.
Ertesi gün bütün kordiplomatik, yaptığı kamu görevi nedeniyle yakından tanıdıkları bir kişinin idamını konuşuyordu. Bu kişi Divanıhümayun tercümanı olarak yabancı elçilerle görüşmeleri yürüten Konstantin (Kostaki) Muruzis’ti. Çok tanınmış Fenerli bir aileden gelen Muruzis’in soyunda ünlü kişiler vardı, zaten kendisi de başarılarıyla tanınan biriydi. Onunla birkaç gün önce, Rumların pek girmeye alışık olmadıkları bir sosyal ortamda, bir Frenkin verdiği ziyafette tanışıp konuşmuştum. Anlattığına göre Boğaz’da giderken tanımadığı biri eline bir mektup sıkıştırıp gözden kaybolmuştu. Mektup İpsilantis’tendi, kendisi tanınmış ve nüfuz sahibi bir Rum olduğu için İpsilantis ondan yürüttükleri yurtseverlik davalarını desteklemesini istiyormuş. Muruzis görev sorumluluğu ve belki de bir miktar kaygı duyduğu için mektubu Bābıāli’dekilere göstermeye karar vermişti.
Yetkililer kendisinden mektubu, başka bir dil bilmeyen vezirlerin anlayabilmesi için çevirmesini istemişlerdi. Muruzis aslına sadık kalarak mektubu çevirmiş ama iki vezir kendisinden, şüpheleri üzerlerine çekmek istemedikleri kişilerin adlarının bulunduğu paragrafı çıkarmasını istemişti. Sultan çeviriyi alınca Muruzis’in çevirisiyle karşılaştırabilmek amacıyla sarayda çalışan ve Türkçe bilen bir Rum bahçıvanı çağırmış ve özgün mektubu okuyup çevirmesini istemişti. Bir paragrafın atlandığını görünce de tercümanın hemen infazını emretmişti. Saray duvarlarının hemen altında Marmara kıyısındaki ahşap Yalı Köşkü özgün Türk üslubuyla dikkat çeker. Bir vezir görevden alındığında kaderini bu köşkte beklerdi. Geçen gemilerden, o kişinin çoğu kez sākin bir şekilde bahçe kapısının açılmasını ve bir çavuşun gelip kendisine ne olacağını söylemesini beklediğini görenler olduğu anlatılırdı, yani boğulacak mı yoksa yalnızca görevden mi azledilecekti. Ancak bu sefer sultan ondan önce köşke gelip oturmuştu. Yaklaşmakta olan tehlikeden ya da işlediği suçtan habersiz olan Muruzis, Avusturya elçisiyle görüşmeyi beklerken yanına bir çavuş gelmiş ve kendisini takip etmesini söylemişti, uğursuz köşke ulaştıklarında da sultanın gözleri önünde infaz edilmişti…
Muruzis’in karısı ve çocukları, velayetlerinden sorumlu tutulan patriğin gözetimi altına bırakılmış ama onlar Odesa’ya kaçmıştı. İddia edildiği üzere bundan sonra olup biten feci şeylerin bir nedeni de onların kaçmalarıydı.
Bu olay Türkleri tam anlamıyla çileden çıkarmıştı. Fenerli on Rum ile aslında önemsiz nedenlerden ötürü birkaç kişinin daha halkın önünde feci şekilde infaz edilmeleri -tıpkı benzer sahnelerin Paris’teki ayaktakımını etkilediği gibi- burada da kana susamış ayaktakımının iştahını iyice kabartmıştı…
Önce Pera’da onlara hakaret etmeye, yüzlerine tükürmeye ve itip kakmaya başladılar. Frenkler kendilerini köpeklerden korumak için hep bir baston taşır, bunun içinde bir kılıç saklı olup olmadığını kontrol etme bahanesiyle bastonlarını alıp sahiplerinin arkasına vura vura onları kovalıyorlardı. Kendisiyle İtalyanca okumalar yaptığım bir dil ustası, saygın bir genç adam, bir sabah korku içinde bana geldi, yüzü ve giysileri tükürükle kaplıydı, onu kendi bastonuyla döve döve elçilik sarayının kapısına kadar kovalamışlardı, ciddi yaralar aldığı belliydi. Bu tür hakaretlerin ardından daha kişisel bir şiddet uygulamaya başladılar, bu tür olaylar Frenkleri patlama noktasına getirmek üzereydi. 29 Mart’ta Reis Efendi (Reisülküttap/Hariciye Nazırı) yabancı elçilere yolladığı bir yazıyla, bazı sakıncalı kişilerin gemilerle kaçtığını bildiklerini, bunun için de Bābıāli’nin anlaşmalarla kendisine tanınan hakları kullanarak boğazlardan Karadeniz’e ya da Ege dedikleri Akdeniz’e geçen bütün yabancı gemilerde arama yapacaklarını duyurmuştu. Bu tür kuşkularla iyice azıtan silahlı ayaktakımı şimdi de gözlerini limandaki Avrupa ticaret gemilerine çevirmişti. Her gün gemilere saldırıyor, döşeme tahtalarını söküyor, güvertede gördükleri denizcileri sık sık yaralıyorlardı. İki Avusturyalı böyle öldürülmüş, farklı milletlerden bazıları da yaralanmışlardı…
Rus Elçisi Baron Strogonof, İpsilantis’in beyannamesinin etkilerini savuşturabilmek için bir genelge çıkartmıştı. Önemli tüccarların, gemi kaptanlarının ve başka Rusların imzaladığı bu genelgede Türk topraklarındaki bütün Rusların devlete olan bağlılıklarının Yunan ayaklanmacılar tarafından tahrik edilmesine meydan vermemeleri tembihleniyordu. Rumlar da kendi kiliselerinin başı tarafından daha da ciddi biçimde uyarılıyordu. Sultan, patrikle beş saatlik bir görüşme yapmış ve birlikte Rumlara hitaben ortak bir duyuru hazırlamışlardı. Partikhane matbaasında büyük boy kağıda basılan ve patrik ile 21 piskoposun imzasını taşıyan duyuru, ilk pazar günü bütün kiliselere asılmıştı. Duyuruda şöyle deniyordu:
“Erdemlerin en önemlisi velinimetimize şükran duymaktır -ve nankörlük Kitabı Mukaddes’te ağır bir suçtur. Hz.İsa’nın (gözünde de) affedilemez; nankör, hain Yahuda bunun en kötü örneğidir; ama bu (nankörlük) en çok ortak hamileri ve meşru hükümdarlarına ve Tanrı’dan gelmeyen hiçbir yönetim ya da iktidar yoktur diyen Hz. İsa’ya karşı çıkanlarda kendisini gösterir: (Boğdan Valisi) Mihail Suça ile bir kaçağın oğlu olan Aleksandros İpsilantis bu ilkeye karşı, hiç görülmemiş bir küstahlıkla günah işlemiş ve başkalarını da ayartmak ve onları cehennem azabının eşiğine getirmek amacıyla temsilciler yollamış; çoğu yasadışı Eterya’ya katılmak üzere baştan çıkarılmış ve üyeliklerini sürdürebilmeleri için yemin ettirilmiştir. Ama bir günah işlemek için edilen yemin -Herodes’in kendini şeytanî bir yükümlülükten kurtaramadığı gibi- günahın ta kendisidir ve bağlayıcı değildir.”
Duyurunun sonunda da İpsilantis, Suça ve taraftarlarının aforoz edildiğine dair bir cümle bulunuyordu.
…
Asya’dan (Anadolu) gelip İstanbul’da toplanan asker sayısı 20 bin dolayındaydı ve hepsi büyük birlikler halinde eyaletlere gönderiliyordu. Ama gitmeden önce bütün öfkelerini talihsiz reayadan çıkartıyorlardı. Rumlarla hiçbir bağlantıları olmayan Ermeniler genellikle pasif kişilerdi ve herhangi bir kargaşaya katıldıklarına pek rastlanmazdı. Size aşağıda anlatacağım olayı bana bir Ermeni papaz anlattı. Olay bir gün önce olmuştu. Yeni askere alınan biri bir Ermeni tüccarın dükkanına gitmiş ve kendisine ceketlik bir kumaş seçmiş ama fiyatta anlaşamayınca çıkıp gitmişti. Ertesi gün yeniden dükkana gelen asker kumaşı alacağını söylemiş, dükkân sahibi de kumaşı kesmek üzere başını öne eğmişti. Ermeniler ucu kesik bir koni biçiminde uzun kalpak giyer, cüppelerinin kukuletası olmadığı için de eğildikleri zaman uzun boyunları çırıl çıplak ortaya çıkar. Bu manzara, durumdan pek memnun olmayan Türkü epeyce kışkırtmış olacak ki, o an yatağanını çekerek bir darbeyle Ermeni’nin kafasını bedeninden ayırmış, önündeki kumaşın içine düşen kafayı sarıp sarmaladıktan sonra can çekişen bedeni dükkanda bırakarak çıkıp gitmişti. Daha sonra kestiği kafayı böbürlenerek gösterdiğinde hiçbir Ermeni şikayette bulunmayı göze alamamıştı.
Bir arkadaşımla birlikte Rum Ortodoks kilisesindeki ayini izlemek için… Fener’e gitmeyi önerdim… tam gitmek üzere yola çıktığımızda bir Rum korku içinde bizi durdurdu ve neler olduğuna dair aldığı iç karartıcı haberi verdi. Patrik (5.Grigorios) ve piskoposların davranışlarının masumiyetine olan inançlarıyla ve kaleme alarak bütün cemaate dağıttıkları piskoposluk duyurusunun güçlü ve kesin dili sayesinde kendileriyle ilgili bütün şüphelerden kurtuldukları kanısıyla hiç çekinmeden … patrikhane kilisesine gitmişler. Patrik, yanında duyuruyu imzalayan birkaç piskoposla birlikte ayini, yaşanan olayların etkisiyle daha da ciddi bir havada gerçekleştirmiş. Katedral tıka basa doluymuş… Cemaat gene uyarılmış, piskoposluk duyurusundaki öğütler tekrarlanmış ve duyduklarından epeyce etkilenmiş olan insanlar tam dağılmak üzereyken, patrikhaneye çavuşlar gelmiş, kalabalığın arasında zorlukla ilerleyerek, halkı henüz kutsamış olan patriği ve ayini yöneten piskoposları sert biçimde yakalayıp yakalarından çekiştirerek avluya çıkarmışlar ve boyunlarına birer ip geçirmişler. Yabancı elçiliklerde olduğu gibi orada sürekli görevli olan bir yeniçeri bu muhterem insana büyük bir saygı besliyormuş. Koruması gereken kişiye nasıl davrandıklarını görünce hemen koşup onun uyguladıkları şiddetten korumak isteyince , aralarından biri yatağanını çekerek ona saplamış. Ardından patriği binanın orta kapısına çekerek, boynundaki ipi katlanır kapının sürgüsüne geçirerek orada can çekişmeye bırakmış. Giysileri içinde kıvranan yaşlı adam fazla yemediğinden epey zayıflamış, bir deri bir kemik kalmış, bedeni ağır olmadığı için de ölmesi uzun zaman almış. Uzun süre acı içinde kıvranırken hiçbir dost eli ona yardım etmeye cesaret edememiş, patrik ancak karanlık bastıktan sonra can vermiş. İki diyakoz ya da papaz da patrikhanenin diğer kapılarının altına sürüklenmiş ve benzer biçimde asılmışlar. Nikomedialı (İzmit) Atanasios ile Efes ve Ankhialos (Pomorie/Ahyolu, Bulgaristan) piskoposları da (Dionisios ve Eugenios) boyunlarındaki iplerle sokaklarda dolaştırıldıktan sonra Fener’in çeşitli yerlerinde asılmışlardı. Kudüs Patriği ile Derkon (Terkos), Selanik, Tırnova ve Edirne piskoposları da yakalanmış ve bostancıbaşının zindanlarında kaderlerini beklemeye bırakılmıştı. (Bunlardan Terkos Piskoposu Grigorius ile daha önce patriklik de yapan Edirne Piskoposu 6.Krillos’un da idam edildiklerini biliyoruz, s.116, 4.nolu dipnot)…
Rumlara göre patriğin asılma nedeni iki taneydi. Birincisi tercüman Muruzis’in infazından sonra patriğe teslim edilen ailesinin kaçırılması, ikincisi de patriğin Moralı olmasıydı. Mora’da ayaklanan Rumlar Kalavrita’yı ele geçirmiş ve haber İstanbul’da bomba gibi patlamıştı. Mora’yı ele geçiren isyancıların öcü patrikten alınmıştı. Çünkü patrik 1746’da Mora’da Dimitsana’da doğmuştu. Patriğin öldürülmesi haberi diğer yerlerdeki Rumlar tarafından da duyulunca ayaklanmalar her yere yayılmıştı.
17 Mart 1821’de Mora yarımadasının güneyindeki Mani burnunda yaşayan Yunanların ayaklanarak 23 Eylül’de Tripoliçe’yi ele geçirmeleriyle başlayan ayaklanma 1829’da bağımsızlıklarını kazanmalarıyla sona erdi. Ancak olan İstanbul’daki Rumlara oldu ve hiçbir şeyden haberi olmayanlar da dahil birçoğu bu süreçte yaşamını yitirdi.
1.Wikipedia’daki ilgili sayfaya ulaşmak için tıklayın
*Bu yazıyı oluşturan alıntılar Robert Walsh’ın “İrlandalı Bir Vaizin Gözüyle 2. Mahmud İstanbulu” adındaki kitaptan yapılmıştır.