Sazlıklarla kaplı denizin paralelinde çift yönlü bir yoldayım. Kış ortasında nasıl da güzel, güneşli sıcacık bir öğlenden sonrası…
50 metre kadar ileride iki araba peş peşe yol üstünde durmuş. Frene basarak yavaşça yaklaşıyorum. Orta yaşlarında bir adam en önde duran arabanın sürücü kapısına doğru bağıra çağıra koşuyor, arkasında onu tutmaya çabalayan 3-4 kişi… Dikiz aynasından arkaya doğru bakınca iki arabanın da benim arkamda durmuş olduğunu görüyorum. Karşı şeritten gelen araçlar var. Yolun boşalması, önümdeki aracı sollamanın hesabıyla, bekleme saniyelerindeyim. Birden solumda, karşı kaldırım kenarına takılıyor gözlerim. Bir kişi asfalt yolda yere boylu boyunca uzanmış, yatıyor. Onu görür görmez kontağı kapatmam, su şişesinin boş olduğunu görünce, kenarda duran kolonya şişesini kapıp yanına koşmam hepsi an içinde…
Yirmili yaşlarında bir genç! Acı içinde titrediğini görüyorum, gözleri yarı kapalı, kaymış, kendinde değil. Orada duran adamlara “Ambulans çağırdınız mıııı” diye bağırıyorum. Gence doğru eğiliyorum, beni duymuyor farkındayım ama yine de “İyi olacaksın!” derken ağlamamak için savaşıyorum kendimle… Usulca yere oturuyorum başını dikkatlice kucağıma alıyorum. Artık o asfalt yolda yalnız değil. Alnını usulca severken “Nefes al, sakinleş” diyorum. İrkiliyor, sesimi duyduğunu anlıyorum. Alnının terlediğini fark edince, hemen montunun fermuarını yarıya kadar açmak geliyor aklıma. Orada bulunan başka bir adam da yardım ederek dikkatlice komple açıyor montunu… “İyisin, atlatacaksın” sözlerime geriye doğru bana bakmaya çabalayacak sanki… Sakince “Nefes al diyorum, nefes al…” Ellerime kan bulaşmış. Soluğum kesiliyor. Sol kolum, montum kan içinde… Başının sol yanından darbe almış olduğunu görüyoruz adamla birlikte… “Mendil falan var mı” diye sesleniyor adam kalabalığın içine…
Kimsede mendil yok. Arabanın anahtarını uzatıyorum. “Çantam var ön koltukta onu getirebilir misiniz? Çantamda kâğıt mendil var.” Kanama devam ediyor. Hemen getiriyor çantamı. Mendili dikkatlice yerleştiriyorum kanayan kısmına… Mendiller hemen ıslanıyor.
Yine bana bakmak için çevirecek kafasını…İzin vermiyorum, kıpırdamaması lazım. Hemen eğiliyorum “Beni tanımıyorsun, yoldan geçiyordum seni gördüm yanına geldim. Nefes al. Derin nefes almaya çalış. Senin kadar oğlum var benim” derken düğümleniyor kelimeler boğazıma yine zor tutuyorum kendimi. Nefes alışları normale dönmeye başlıyor. Titremesi tamamen kayboluyor.
“Adın ne” diye soruyorum.
“Mustafa” diyor. Nasıl bir sevinç doluyor yüreğime… Kendinde… Kendinde artık Mustafa!
“Neredeyim ben? Ne oldu bana “diye soruyor ardından.
“Bilmiyorum” diyerek başlıyorum. “Sanırım sana araba çarpmış. Tuzla’dayız şu an. Ambulansı bekliyoruz.”
“İyiyim ben ambulansa gerek yok” derken “Ayakkabılarım nerede” diye ayakkabısız olduğunu hissediyor. Spor ayakkabısının birisi iki metre kadar uzakta diğeri ortada görünmüyor. Ayakta duranlardan biri hemen gidip ayakkabıyı getirip Mustafa’nın ayağının yanına bırakıyor. Mustafa doğrulmaya çalışarak ayakkabısını giymeyi geçiriyor olmalı aklından. Tutuyorum usulca “Kıpırdama” diyorum. “Başını hareket ettirme. Sen şu an farkında değilsin ama kaza sırasında başını çarpmışsın. Ne olur ne olmaz kıpırdama daha iyi… “ Sakince dinliyor beni. Ve kıpırdamıyor.
“Ne oldu bana? Neredeyim ben…” diye tekrar soruyor. Az önce de sormuştu, cevaplamıştım. Yine cevaplıyorum. İçime bir korku düşüyor bu sorularıyla… Sol bacağını tutuyor; acısı var, hissediliyor.
“Ne oldu bana? Neredeyim” diyor yeniden… Ayakta duran adamlardan biri cevaplıyor bu kez sorularını. “Sana araba çaptı. Tuzla’dayız şu an.”
-Bana çarpan nerede?
-Polisler emniyete götürmüşler. Burada değil. diyorum. Kalkmaya çalışmasın sakin kalmasını düşünerek…
-Baba, baba!
***
Küçük bir kalabalık topluluğun ortasında o asfaltta ambulansı beklerken öğreniyorum yanımdakilerden Mustafa ve babası minibüsten inip sadece karşıdan karşıya geçiyorlarmış. Ve bir araba Mustafa’ya çarpmış. Mustafa sol karşı şerit tarafında çarpan araç ise sağda gidiş yolunda… Nasıl çarpmış, ne kadar hızla gidiyormuş hiç sormadım. O görüntü bile anormalliği açıklamaya yetiyor. Babası ise daha en başında önde duran arabanın sürücüsüne doğru koşan adammış meğer… Çocuğunu yolda bırakıp sürücüyü dövmek için koşuyor ama o an neler hissettiğini düşünmek bile istemiyorum. Aslan gibi evladını yola boylu boyunca serilmiş görünce aklı normal kalmış olamaz. İşte! Yerde yatan oğlunun yanına koşup “Ambulans çağırdınız mı” diye bağırınca o da geri dönmüştü yanımıza yüzü telaş içinde allak bullaktı.
***
Ambulans gelince Mustafa’ya ilk boyun aleti uzatıldı, yavaşça boynunun altından geçirdim. Ambulans görevlileri zayıf kısa boylu bir erkek ve bir kadındı. Nasıl kaldırıp sedyeye yatıracaklar diye geçti ilk aklımdan… Sedyeyi asfalta Mustafa’nın hemen yanına uzattılar. “Belinde ağrı var mı” diye sordular. “Yok” dedi. Oysa sıcağı sıcağına ne olduğunun farkında bile değildi. Başını kıpırdatmadan hâlâ ben tutuyordum. Kendi çabası ve görevlilerin yardımıyla sedyeye uzandı. Ambulansa yerleştirildi. O hastaneye doğru yola çıkarken; onun kanı ve artık tutamadığım gözyaşlarımla yolun kenarında öylece kalakaldım. Tümsek ve çukurlarla dolu İstanbul sokakları, trafik sıkışıklığı geçti aklımdan… Hastanelerin kalabalıklığı… Sağlam girenin bile hasta çıktığı o psikolojiyi…
Sapasağlam yolculuk ediyorsun, minibüsten inip evine veya işine gideceksin ve bir anda oradan geçen araba gelip senin hayatını, vücudunun tüm dengesini sekteye uğratıyor.
Sonrasında günlerce aklımdan çıkmadı. Hep iyi olmasını, sağlıkla evine dönebilmesini diledim. Hâlâ aklıma geldikçe “Umarım iyisindir Mustafa! Şansın bol olsun çocuk!” diyorum içtenlikle…
Çarpan sürücü mü?
Onu hiç görmedim. Sadece hatırladığım arabasından sarkmış kırık bir ayna…
Not: 2020 verilerine göre ülkemizde bir yıl içinde trafik kaza sayısı yaklaşık bir milyon. Yaralı sayısı yaklaşık 250.000 kişi. Ölü sayısı ise yaklaşık 5000 kişi.