Doğa ve canlılık denilince akla genellikle insan, hayvan ve bitkiler gelir. Bu üçlü, hem bilimsel hem de felsefi tartışmalarda yaşamın temel kategorileri olarak öne çıkar.
Ancak neden tam olarak sadece bu üçü üzerinde durulur? Elbette doğada çok daha fazla canlı türü ve yaşam biçimi vardır. Ancak insanın kendisini ve çevresini anlamlandırma süreci, bu üçlü üzerinden şekillenmiştir. İşte bu yüzden felsefi ve sosyolojik tartışmalar çoğunlukla insan, hayvan ve bitkiler ekseninde ilerler.
İnsan olmasa doğa, yani bitkiler ve hayvanlar var olmaya devam eder. İnsan varlığı, doğanın bu dengesine müdahale eden ve şekillendiren bir faktör olarak görülür. İnsan, doğayı kontrol etmeye, şekillendirmeye çalışan bilinçli aktörken; doğa, insan yokluğunda kendi düzenini ve yaşam döngüsünü sürdürebilir. Bitkiler fotosentez yaparak enerjiyi dönüştürür, hayvanlar da besin zincirinde rollerini oynar. Bu karmaşık ekosistem, insan olmadan da işleyebilir ve hatta insan varlığı bazı ekolojik dengeleri bozabilir.
Fakat insan, dünyayı anlamlandırma kapasitesiyle bu döngüye farklı bir boyut katar. Doğayı sadece biyolojik bir varlıklar topluluğu olarak değil; aynı zamanda kültürel, felsefi ve sosyal bir bağlamda değerlendirir. Kendisini hayvanlardan ve bitkilerden ayırarak kimlik ve anlam inşa eder. Bu inşa süreci, insanın doğa ile kurduğu ilişkiyi şekillendirir. İnsanın yokluğunda doğa devam eder ama anlam, insanın varoluşuyla ortaya çıkar.
Felsefi açıdan, insan, varoluşun ve bilincin merkezidir. İnsan, kendi bilinciyle evreni sorgular, anlam arar ve kendine özgü kültürler yaratır. Hayvanlar ve bitkiler bilinçli sorgulama yetisine sahip değildir; onların varlığı daha çok biyolojik ve ekolojik işlevlerle sınırlıdır. Ancak bu, onların doğanın vazgeçilmez parçaları olduğu gerçeğini değiştirmez. Doğanın bütünlüğü, ancak tüm canlıların birbirine bağlılığıyla mümkündür. İnsan, hayvan ve bitkiler arasındaki ilişki, bu ekolojik ve kültürel bütünlüğün temelini oluşturur.
Sosyolojik açıdan, insanın doğayla kurduğu ilişki karmaşıktır. İnsan, kendisini doğadan ayrı ve üstün görme eğilimindedir. Modern toplumlarda bu insan merkezci bakış açısı, doğanın ve diğer canlıların sömürülmesine yol açmıştır. Ancak insan olmadan doğa devam ederken, insanın varlığı doğanın dengesini değiştirmiştir. Doğadaki diğer canlılar, kendi ritimlerinde yaşarlar ve insan müdahalesi olmadan ekosistemler varlığını sürdürebilir. İnsan, doğanın efendisi olmaya çalıştıkça aslında kendi varoluşunu da tehdit eder.
Bilimsel perspektiften bakıldığında, yaşam milyonlarca yıl önce insan olmadan da var olmuştur ve insan yokluğunda da devam edecektir. Ancak insanın doğayı anlama, üzerinde düşünme ve değiştirmenin ötesinde ona anlam verme yetisi, insanı diğer canlılardan ayırır. İnsan varlığı, doğaya yüklenen anlamların ve kültürel kodların kaynağıdır. Hayvanlar ve bitkiler sadece biyolojik varlıklar değil; insanın dünyayı yorumlama biçiminde şekillenen semboller, metaforlar ve kültürel anlamlar taşırlar.
İnsan olmasa doğa yani bitkiler ve hayvanlar var olmaya devam eder, evrimleşir, değişir, yaşam döngüsünü sürdürür. Ancak insan olmadan kültürel, sosyal, felsefi anlamlar yoktur. İnsan, anlam dünyasının yaratıcı ve taşıyıcısıdır. Bu anlamda insan, doğanın kendisi kadar gerçek ve zorunlu bir parçasıdır.
Bir düşünelim: İnsan olmadan bir orman nasıl olurdu? Ağaçlar dallarını uzatır, kuşlar şarkılarını söyler, böcekler yaprakların arasında dolaşırdı. Hiçbir yorum, değer yargısı ya da estetik kavramı olmadan. Orman sadece “olmak” olurdu. Doğa, insan bilincinin yüklediği anlamlardan ve değerlendirilen estetik ölçülerden bağımsız, saf bir varlık haliyle devam ederdi. Peki, ormanın güzelliği orada olmayacak mıydı? Var elbette ama bu güzellik, insanın “güzel” dediği anlamdan bağımsız, sadece varoluşun kendisiydi.
İnsanın yokluğu, doğanın biyolojik devamlılığını engellemez ancak “anlam” dediğimiz soyut boyutun doğuşunu imkânsız kılar. İnsan, varoluşun içine anlam koyan, “neden?” sorusunu sorabilen tek varlıktır. Bu yüzden insan olmadan sadece biyolojik süreçler devam eder, felsefi ve kültürel bir dünya kurulamaz.
Sosyolojik olarak insan, doğadan kopuşu ve üstünlük iddiasıyla diğer canlılara hükmetmeye çalışırken aslında kendi ekolojik ve varoluşsal bağlarını zayıflatmıştır. Modern toplumların doğa tahribatı, türlerin yok oluşu ve ekosistemlerin bozulması, insanın bu dengesiz ilişkisinin bir sonucudur. İnsan, doğayla uyum içinde olmadığında kendisini de varoluşsal bir çıkmazda bulur. Bu çıkmaz, yalnızca çevresel değil, aynı zamanda ruhsal bir krizdir.
Öte yandan, birçok ilkel toplum, insanın doğanın bir parçası olduğunu, hayvanlarla ve bitkilerle kardeşçe yaşadığını savunur. Bu bakış açısı, insanın doğa üzerinde değil, doğayla birlikte yaşaması gerektiğini vurgular. İnsan bilincinin getirdiği ayrıcalık iddiası, aslında insanın doğadan kopuşunu ve anlam arayışındaki zorlukları da beraberinde getirir.
İnsan, hayvan ve bitkiler, yaşamın farklı biçimlerini temsil eden ve insanın anlam arayışında temel referans noktaları olan üçlüdür. İnsan olmasa doğa varlığını sürdürecek, ancak anlamı yaratacak, sorgulayacak ve kültürü inşa edecek olan insan olmayacaktır. Bu yüzden insanın doğayla, hayvanlarla ve bitkilerle olan ilişkisi sadece biyolojik bir etkileşim değil; aynı zamanda varoluşun, anlamın ve kültürün temel taşlarından biridir.
İnsansız bir doğa olabilir, ama diğerleri olmadan doğa olmaz; ve insan olmadan anlam olmaz. İnsan, doğanın hem gözlemcisi hem de yorumcusu olarak evrende benzersiz bir rol oynar. Bu yüzden insan, hayvan ve bitkiler arasındaki ilişki, felsefi ve sosyolojik tartışmalarda hep ön planda tutulur. Çünkü insanın kendini ve diğer canlıları anlama çabası, doğanın bütünlüğünü ve insan varoluşunun derin anlamını ortaya çıkarır.
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları:
