Bazen bir yaprak gibi olmak, olabilmek iyidir. Gelene itiraz etmemek. Gelen gelsin, hoş gelmiş sefa gelmiş demek.
Bir güzel deyiş vardır dilimizde “Bakalım mevlam neyler neylerse güzel eyler” der. Bu tevekküldür İslam kültüründe. Hint, Çin kültüründe bu akışta olmaktır. Modern kültürlerde anda kalmak olarak tercüme edilmiştir. Ancak ifade etmekle olmak ya da yapmak arasında bir bağ yoktur. Yani söyleyen olmuş ya da yapmış olan değildir genellikle. “Ben anı yaşarım” diyen için an sadece eğlendiği, keyifli olduğu zaman dilimlerinden ibarettir ve bütün derdi onları çoğaltmaktır, uzatmaktır. O aslında korkunç ve beyhude bir çabanın esiridir. Bu durumdaki insan hayatın acılarından, çıkmazlarından, adaletsizliklerinden, zorluklarından kaçmaktadır ve yaşıyor olmayı sadece bir keyif hali olarak tasarlamaktadır kendi kafasında.
Ben sürekli akıştayım diyenler de genellikle akışı fikir beyan etmemek, seçimde bulunmamak olarak algılayanlardır. Bunlara kahve içer misiniz diye sorarsınız, herkes içiyorsa ben de içerim der. Peki kahveniz nasıl olsun diye sorarsınız, fark etmez der. Seçim yapmaz, kendine ait bir irade ortaya koymaz ve bunu akışta olmak zanneder. Nereye gidelim, bugün ne yapalım dersiniz, fark etmez ben size uyarım der. Bunun adı akışta olmak değildir. Bu kendi olamamaktır. Bir zihinsel yapıya sahip olamamaktır. Ve kolaya kaçıştır da aynı zamanda. Hiçbir kararın sahibi olmadığı için hiçbir sonuçtan da sorumlu tutulmaz.
New age dinleri dediğimiz Uzak Doğu-Asya inançlarının Hristiyanlık’la, İslam’la soslanmış, içine yoga vb. ritüeller katılmış, herkese bir yerinden tanıdık ve yakın gelen bu akım insanı da kendisi gibi ortaya karışık bir varlığa dönüştürüyor. O da olur bu da olur. Öyle de olur böyle de olur eklektisizmi postmodernistlerin en güçlü silahı. Her düşünceyi, her yapıyı tam zıddıyla dahi harmanlayıp ortaya çıkan bulaşıklığa da postmodern diyorlar. Karakteristiği yok. Tarzı yok. Bu olmayışı oluş gibi kabul etmemizi istiyorlar. Ben hayır diyenlerdenim. Bu “sınırsızlık” boşluğun oda olması için duvarlara duyulan ihtiyacı hatırlatıyor bana. Sınırlar yoksa özgürlük de yoktur.
Ancak geniş kalabalıklar için bu en hafifinden hoş bir şey. Yaptıkları ve yapmadıkları her şeyde bir mana buluyorlar böylelikle. Ya da bir mana arama yükümlülüğünden muaf oluyorlar diyelim. Herhangi bir şeyi ne kabul etmek ne de reddetmek gerekmiyor. Reddeden de “bizdendir”, kabul “eden de”. Bu sinsi bir pasifizmdir aslında. Sinsiliği son derece aktif ve saldırgan bir pasifizm olmasındadır. Çünkü sizin bunun dışında kalmanıza izin vermiyorlar. Bir tutuma sahip olmak, kararlılık, bir akımı benimsememek ya da tüm kendini ortaya koymuş akımlara saldırmak sanki özgürlüğe bir saldırıymış gibi algılıyorlar.
Yıllardır olan, olmakta olan bir fenomenden söz ediyorum. İçindeyiz. Yaşıyoruz. Kendini net bir şekilde ortaya koyan bizler “sert” olmakla suçlanıyoruz. Ancak algılar farklı olmakla birlikte gerçeğin tek olduğunu asla unutmamak gerekiyor. Gerçek iyi ya da kötü niteliklerinden bağımsız olarak vardır. Kanser diye bir hastalık vardır ve bu bir gerçektir. Bunun ne kadar kötü ya da korkunç olduğu kanserin kimde olduğuyla ilgilidir. Hatta kanser bir “düşmanda” ise iyi olarak bile nitelendirilebilir.
İşte bütün bu tespitleri bir solukta yapabilecek kadar haşır neşir olmuş, direnmiş, kabul etmiş ve oralardan da olguya bakarak yeni yeni açıklamalar bulmuş, kendini bu saldırgan dalgaya maruz bırakarak bazı keskin köşelerini törpülemiş, bazı yumuşak virajlarını da iyice keskinleştirip geçişi zorlaştırmış dolayısıyla kendini yeniden ve yeniden oldurmuş bir olarak artık bir yaprak gibi olduğumu fark ettim. Yeni fark ettim.
Tevekkül halinde olmak iç huzuru içinde alemi seyretmek anlamına geliyor. Dışarının huzursuzluğuna şahit oluyorsunuz ama bunun içinize sirayet etmesine izin vermiyorsunuz. Ya da sirayet edemiyor. Çünkü o dehşetli huzursuzluğu önceden içiniz talan oluncaya kadar zaten misafir etmişsinizdir.
İşte böyle. Yaprak gibiyim…
Görsel: kmeel.com
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: