Sadece birisine bakarak yalan söyleyip söylemediği anlaşılamaz elbette. Psikologlar işe yarayan bazı teknikleri devreye sokarken, hala kullanılmakta olan bazı göstergelerin ise bilimsel olarak çoktan çürütüldüğünü söylüyor.
17 yaşındaki Marty Tankleff, New York’un Long Island bölgesindeki evinde annesi bıçaklanmış, babası da sopayla dövülerek öldürülmüş halde bulunduğunda polis tarafından çok sakin görülmüş, yetkililer onun suçsuz olduğuna inanmadığından 17 yılını cezaevinde geçirmişti.
Başka bir davada ise 16 yaşındaki Jeffrey Deskovic, sınıf arkadaşı boğulmuş halde bulunduğunda çılgına dönmüş ve dedektiflere yardım etmek için can atmıştı. Bu tavırları şüpheli bulunduğundan o da 16 yıl cezaya çarptırılmıştı.
Peki nasıl olmuş da biri yeterince üzgün olmadığından, diğeri ise fazla üzgün bulunduğundan gizli suçluluk duyguları sergilediklerine karar verilmişti?
New York City Üniversitesi’nde John Jay Ceza Yargılamaları Fakültesi’nde yalan ve aldatma üzerine araştırma yapan Maria Hartwig, daha sonra temize çıkarılan bu iki erkeğin, davranışlara bakarak kişinin yalan söyleyip söylemediğine karar verme konusundaki yanlış algıya kurban gittiklerini vurguluyor.
Birçok kültürde gözleri kaçırma, parmaklarla oynama, kekeleme gibi davranışların yalan belirtisi olduğu ve kişiyi ele verdiğine dair bir kanı var.
Oysa on yıllar boyunca yapılan araştırmalarda buna dair kesin bulgular elde edilmiş değil. Tıpkı yukarıdaki iki örnekte olduğu gibi, “Yalan tespitiyle ilgili hataların topluma bedeli ağır oluyor ve insanlar yanlış yargıların kurbanı oluyor” diyor Hartwig.
Psikologlar yalanı tespit etmenin çok zor olduğunun farkında. 2003’te Bella DePaulo ve ekibi daha önce yapılmış 116 deneyi inceleyip kişilerin doğru ve yalan söylerken ne şekilde davrandığını anlamaya çalışmış, gözleri kaçırma, göz kırpma, daha yüksek sesle konuşma, omuz silkme, farklı şekilde oturma, baş hareketleri, el, kol ve bacak hareketleri gibi davranışsal belirtileri değerlendirmişti.
Ancak bunların hiç biri yalan söylemekle kesin bağlantılı bulunamadı; sadece insan kulağının tespit edemeyeceği şekilde ses tonunda değişim ve gözbebeklerinin büyüklüğü, yalan söylemeyle çok zayıf bağlantılı olarak görüldü.
Daha sonra yapılan araştırmalarda da hangi davranışın yalan söylemekle bağlantılı olduğuna yönelik tahminlerin hemen hemen tesadüf eseri doğru sonuca varmakla aynı düzeyde olduğu görüldü.
Yani çok sınırlı bazı davranışların yalan veya doğru söylemekle bağlantılı olabileceği, ama bunların da güvenilir göstergeler olabilecek düzeyde güçlü veriler oluşturmadığı sonucuna varıldı.
Ancak polis yetkilileri, laboratuvar ortamında gönüllü olarak kullanılan deneklerle gerçek soruşturmalarda karşılaşılan zanlıların tavrının aynı olmayacağı görüşünde.
İngiltere’deki Portsmouth Üniversitesi’nde psikolog Samantha Mann de bu eleştiride haklılık payı olduğunu söylüyor. Gerçek bir cinayet mahkumunun polis mülakatından görüntüler, o dili anlamayan polislere izletilip, katilin davranışlarını gözleyerek hangi konularda yalan söylediğini tahmin etmeleri istendiğinde yüzde 64 oranında doğru sonuca varılmıştı. Bu, tesadüf sonucuna işaret edecek yüzde 50 oranından çok daha yüksek olsa da, hala güven duyulacak seviyede değildi.
Kalıplara dayalı yargılar
En fazla yanlış sonuca varan polisler ise katilin davranışları ile ilgili “yalancılar gözlerini kaçırır” veya “elleriyle oynar” gibi belli kalıplara dayananlar olmuştu.
Mann ise katilin stres altında olsa da bu tür kalıplara karşı davranışlarını kontrol altında tuttuğunu söylüyor.
Mann ve ekibinin farklı polis memurlarıyla yaptığı başka bir araştırmada ise bir akrabalarını öldürdükleri halde televizyona çıkıp üzüntülerini sergileyen aile fertlerinin ifadelerindeki doğru ve yanlış unsurlara dair tahminlerin tesadüf eseri doğru sonuca varma durumundan öteye gidilemediği görüldü.
Hartwig ve Charles Bond daha sonra benzer araştırmaları incelediğinde, gerçek polis mülakatlarında söylenen yalanların, laboratuvar koşullarında söylenen yalanlardan daha kolay tespit edildiğine dair herhangi bir veriye ulaşamadı.
ABD’de Florida Uluslararası Üniversitesi’nde psikolog olan ve Federal Araştırma Bürosu (FBI) ajanlarını eğiten Ronald Fisher, hilekarların tedirginliklerini saklamayı bildiklerini vurguluyor. “İnsanların iç duyguları ile dışarıdan hissedilenleri kıyaslayan araştırma pek yok. Yalancılar daha tedirgin ama bu içsel bir duygu ve dışarıdan gözlenen davranıştan farklı olabiliyor” diyor.
Bu nedenle araştırmacılar, davranışlardan yola çıkarak yalan tespiti çalışmalarına hemen hemen son vermiş durumda. Peki, yalanı ve yalancıyı tespitin başka yolları var mı?
Psikologlar artık yalanın sözel göstergeleri üzerinde duruyor; yalan söyleyenler ile doğru söyleyenlerin kullandıkları ifadeler arasındaki farklılıklar tespit edilmeye çalışılıyor.
Bunun yöntemlerinden biri, polis mülakatlarında eldeki delillerin hemen ifşa edilmemesi, zanlının daha uzun süre boyunca serbest konuşmasının sağlanması ve böylece ifadedeki çelişkiler üzerinde yoğunlaşmak.
Hartwig bu tekniği eğitim sırasında 41 polise öğretmiş ve yalan tespitinde yüzde 85 başarı sağlanmıştı. Bu eğitimi almayan 41 poliste ise bu oran yüzde 55 düzeyinde kalmıştı.
Bir diğer mülakat tekniği olarak da zanlılardan ve tanıklardan, herhangi bir suç mahallini tarif etmeleri veya zanlı ile ilgili sahte tanıklıklara dair ayrıntıları paylaşmaları isteniyor. Doğru ifade verenler çok daha fazla ayrıntı paylaşabiliyor.
Davranışsal göstergeler hala uygulanıyor
Ancak ABD’de polis ve diğer güvenlik güçlerinin bu tür bilime dayalı reformları henüz uygulamadığı görülüyor. Örneğin ulusal güvenlik departmanının ulaşım biriminde, uçak yolcularının inceleme ve soruşturmalarında davranışa dayalı göstergelere ağırlık veriliyor.
Yetkililere, yalan söylediğinden şüphelenilen kişileri gözlemlemeleri sırasında şu davarnışlar üzerinde durmaları isteniyor: gözleri kaçırmak -ki bu bazı kültürlerde saygı göstergesi olarak kullanılır- gözlerini dikerek bakmak, hızlı göz kırpmak, şikayet etmek, ıslık çalmak, abartılı esneme, konuşurken ağzını elle kapatmak, aşırı el kol hareketleri, bir yerlerini düzeltiyor veya temizliyor görünmek. Oysa bu davranışların yalan söyleme belirtisi olduğuna dair yanlış kanı çoktan çürütülmüş durumda.
Böylesi yüzeysel ve belirsiz göstergelere dayalı soruşturmalar nedeniyle olsa gerek 2015-18 yılları arasında yolcuların, milliyet, ırk, etnik kökeni gibi nedenlerle ayrımcı muameleye maruz kaldıklarını bildirdikleri 2251 resmi şikayet başvurusu olmuş.
Daha önce ABD’de havalimanlarında yolcu taramada kullanılan 94 göstergenin sayısı 2013’te 36’ya düşürülse de liste hala “aşırı terleme” gibi bilimsel olarak çürütülmüş birçok unsur içeriyor.
Ancak yetkililer, davranış gözetimi sayesinde son 11 yılda üç yolcunun patlayıcı ve yanıcı aletlerle uçağa binmesinin engellendiği iki başarı öyküsünden söz ediyor.
Mann ise tespit edilmeksizin bu sistemi aşmış kaç teröristin olduğunu bilmeden bu başarının ölçülemeyeceği kanısında. 2015’te yapılan denemelerde havalimanı güvenliğini aşarak sahte patlayıcı ve silahlarla uçağa binme konusunda yüzde 95 başarı kaydedilmişti.
Mann, Hartwig ve 49 diğer araştırmacı, 2019’da yayımladıkları bir yazıda, güvenlik güçlerinin davranışa dayalı gözetimden vazgeçmesi tavsiyesinde bulunmuş, bunun bilim dışı olduğunu ve “bireylerin yaşam ve özgürlüğünü tehlikeye attığını” vurgulamıştı.
Sakin göründüğü için anne ve babasını öldürmekle suçlanıp 17 yaşında 17 yıl mahkumiyet alan Tankleff ise yıllarca ismini temize çıkarmaya çalışmış ve avukatlık için baroya kayıt yaptırma mücadelesi vermişti. Nihayet 2020’de New York barosuna kaydolan Tankleff’in içine kapalı yapısını aşıp duygularını göstermeyi öğrenmesi gerekmişti. Bu yolda ona yardımcı olan Lonnie Soury, duyguları göstermenin neden önemli olduğunu şöyle açıklıyor:
“İnsanlar çok önyargılı.”
(BBC Türkçe)