İnsanın önemsenme arzusu, varlığının yankısını aradığı sonsuz bir boşluktur.
Cevap gelmese de, o yankıyı aramak yaşamın özüdür. Önemsenmemenin sessizliğinde büyüyen ruhlar, görünmez aynalar yapar kendilerine; kimse bakmasa da, yine de bakmayı sürdürürler. İnsan, görünmediği yerde bile var olmanın yollarını arar; çünkü gerçek varlık, başkalarının bakışında değil, kendi iç yankısında doğar.
Bir nehir, akışında taşları yuvarlar, toprağı besler ve hayata katkı sağlar. Tıpkı nehir gibi, insan da yalnızca içsel gücüyle değil, çevresine dokunduğunda anlam bulur. Bir çiçek, sadece kendisi için değil, çevresindeki canlılarla etkileşimde anlam kazanır. İnsan da başkalarına değer vererek kendi potansiyelini keşfeder. Bir kuş, yalnızca kendi ihtiyaçları için uçmaz, doğanın döngüsüne katılır. İnsan da başkalarına yardım ederek yolculuğunu şekillendirir. Bir dağ, yalnızca yüksekliğiyle değil, etrafındaki yaşamla anlam bulur. İnsan da toplumsal bağlarıyla, başkalarına dokunarak varlığını pekiştirir.
Bir rüzgar, sadece bir yöne doğru esmekle kalmaz, her yere dokunur; dalgaları oluşturur, ağaçları sallar, kuşları yönlendirir. Rüzgarın varlığı, çevresindeki her şeyin etkilenmesiyle daha güçlü hale gelir. İnsan da, başkalarının hayatına dokunarak, içsel gücünü pekiştirebilir. Çünkü yalnızca kendisini değil, çevresindekileri de fark edebilen bir insan, gerçekten var olabilir.
Önemsenmediğimiz anlar, görünmez mürekkeple yazılmış gerçek hayat satırlarıdır. Bir çiçek, solmaya başlamadan önce bile tüm varlığını rüzgara ve güneşe sunar, bir diğerinin hayatına dokunabilmek için. İnsan da böyle olmalıdır; başkalarının hayatına dokunmayı bilmelidir. Bazen bir kişi, diğerini sadece dinleyerek, sadece varlığını hissederek büyük değişimlere yol açabilir. Başkalarının gözlerinden silindiğimizde, kendi iç gözlerimize muhtaç kalırız ve orada, kimsenin göremediği hakiki yüzümüzü buluruz. Tıpkı doğanın içindeki sessiz ama derin yankılar gibi, insan da başkalarını önemseyerek kendi içsel ışığını keşfeder.
Önemsenmemek küçük bir mesele gibi görünür. Ancak insan için hayatın anlamı, bazen sadece bir başka insanın ona “Sen varsın,” demesinde saklıdır. Uzun süre önemsenmeyen bir insan, bu duygunun varlığını bile unutur. İçinde filizlenemeyen umutlar, çorak bir ovaya dönüşür. Sonunda şu soruyu sorar kendine: “Tüm bu insanlar neden hâlâ yaşamaya hevesli?” Bir gün, ansızın biri size değer verdiğinde, o zamana dek süren anlam arayışınızın yanıtını bulursunuz.
Önemsenmek, bir insanı hayata bağlayacak kadar güçlü bir duygudur. Önemsenmemek, bir insanı uçurumun kenarına sürükleyecek kadar sessiz bir felakettir.
İnsanın kendini önemsememesi ise bambaşka bir yaradır. Öz saygıdan yoksun, kendi varlığını küçük gören kişi, ağırlaşır, hantallaşır. Çevresine karşı duyarsızlaşır. Başkalarına iyilik etmek bir yana, kendi yaralarını bile saramaz. Hayatı anlamlandırmak, kendinden başlar. Mutlu değilken başkalarını mutlu etmeye çalışmak, kırık bir aynayla güneşi yansıtmaya çalışmak gibidir.
Hayat aslında sandığımız kadar karmaşık değildir. Kendisine bile sahip çıkamayanların dünyasında, karmaşa sadece karakter eksikliğinden doğar. Çorabının söküğünü dikemeyen birinin, başkalarının yaralarını sarmaya kalkması gibidir bu.
İnsanın “önem hissi” doğumla başlar. Bebek daha doğar doğmaz, ağlayarak gücünü gösterir. İlerleyen yıllarda kişiliği ve öz saygısı, hem içsel güçten (önem hissinden) hem de dışsal güçten (maddi imkânlardan) beslenir. Bu, yaşamın ilk ve en büyük mücadelesidir: Önemsenmek ve güçlü hissetmek. İnsan hayatı boyunca güç ve güçsüzlük arasında bocalar. Güçle yüzleşmek, güçsüzlüğü de kabul etmeyi gerektirir. İnsan, güçsüzlükten kaçar, çünkü güçsüzlük çoğu zaman şiddeti, çaresizliği ve duygusal çöküşü doğurur.
Çevremizde sıkça gördüğümüz vurdumduymazlık, hayata dair bırakmışlık aslında gizli bir itiraftır: “Ben önemsenmedim.” Kimileri, intihara cesaret edemediği için bir ömür boyu yavaş yavaş yok olur.
Fazla önemsemek de başka bir tuzaktır. Beklentilerimiz yükselir. Sevgiliden, aileden, dosttan, hatta çocuğumuzdan bile… Beklentiler karşılanmadığında, içten içe yıkılırız. Kimse farkında olmaz, ama biz kendi içimizde inciniriz. Bazen bilerek, isteyerek kendimizi kırarız.
Önemsenmemek, çoğu zaman önemsediklerimizin suretinde belirir. Saatlerce baktığımız hâlde, içinde en ufak bir iz bulamadığımız aynalardır onlar. Attığımız bumerangın geri dönmemesi gibi. Bir yolcuya umutla el sallayıp, ardından boşluğa bakakalmak gibi.
Önemsenmemek derinden yaralar. Biri, size yapmaktan kaçındığı şeyleri başkaları için rahatlıkla yapıyorsa, bu insanın içindeki adaletsizliği görmek insanı yıkar. “Kendime güvenmiyorum” bahanesiyle kısıtlanan sevgiyi başka insanlara sunmaları, ruhunuzda onarılmaz bir yara açar.
Çünkü hiçbir insan, önemli olduğu hissi olmadan uzun süre var olamaz. İnsanın varlığı, bir noktada kendisini olumlamaya ihtiyaç duyar. Saygınlıkla yaşamak, salt biyolojik hayatta kalmaktan daha değerli hâle gelir. Bu ihtiyaç, ilk önce ailede filizlenir. Aile, çocuğun varlığını fark eder ve değer verir. Böylece çocuk, kendi iç dünyasında sağlam kökler salar.
İnsan, güçten vazgeçemez. Zayıflığını kabul etmek istemediği için, hileyle, oyunla, kibirle bir üstünlük sağlamaya çalışır. Tek derdi, “Ben buradayım, beni görün,” demektir. Ve sonunda… Bir gün kendimizi değersiz hissettiğimiz o anlarda, inşa ettiğimiz dünyanın gerçekliğinin kırıldığını hissederiz. Kendi kişiliğimizin bile gerçekliğinden şüphe ederiz.
O yüzden, yapmayın. Önemsediğiniz birini önemsemiyormuş gibi davranmayın. Önemsemiyorsanız da, sahte bir ilgiyi hak etmiyormuş gibi sunmayın. Çünkü bazen bir küçük önemseyiş, bir hayatı kurtarabilir. Bazen bir küçük kayıtsızlık, bir ruhu sonsuz karanlığa sürükleyebilir. Bazen bir insanın hayatını değiştirmek, ona sadece “Seni görüyorum” demek kadar kolaydır. Kısacası, önemsenmediğimizde değil, kendimizi önemseyemediğimizde kayboluruz; insanın varoluşu, başkalarının bakışında değil, kendi ruhunun şefkatli tanıklığında tamamlanır.
Görsel: foma.ru
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: