Ortaokul ve lisede tarih dersine zaman zaman Cahide Hanım, coğrafyaya Mediha Hanım, Türkçeye Rüştü Bey gelirdi.
Cahide ve Mediha Hanımlar teyzemin arkadaşları olmakla birlikte, bana karşı hep dikkatli davrandılar. Kayırmamaya dikkat ettiler. Ancak bunun lise yıllarında vahim bir istisnası oldu.
Lise yıllarında başka derslerle cebelleşirken, coğrafya sınavlarından birine yeterince hazırlanamamıştım. Sonuçta 5 ve yukarısı geçer notken, ben o sınavdan ancak 4 alabilmiştim. Bu durumda ara karne döneminde de coğrafya notum kırık gelecekti. Mediha Hanım ise bana 4.5’ten yukarıya yuvarlayarak 5 verdi ve ara karneme kırık not gelmesini engelledi. Sınıftan aldığım nota, aynı muameleyi görmeyen arkadaşlardan itiraz geldi. Mediha Hanım’ın açıklaması şu şekilde oldu: ‘Ama o çok okuyan bir çocuk!’
Okul yaşamımda gördüğüm ilk ve son torpil bu oldu…
Çok okumanın bir yararını da Rüştü Bey’in verdiği Türkçe dersinde gördüm. Rüştü Bey halim selim, beşinci dereceden devlet memuru tipli bir adamdı. Bize Türkçeden iki çeşit sınav yapardı. İlk sınavda dil bilgisi ve derste okuduğumuz Türkçe kitabındaki anlatımlardan sorular gelirdi. İkincisi ise ‘tahrir’, yani kompozisyon sınavı olurdu.
İstanbul’un tanınmış Türkçe hocalarından biri olan teyzem sayesinde dil bilgisinden bir sorunum yoktu ama kompozisyonum hep düşük gelirdi. Rüştü Bey kağıdın altına kırmızı kalemle ‘daha çok okumalısın’ diye not düşerdi. Halbuki o zamanlar ben, yaşıma uygun tüm Türkçe kitapları okumuş olur, hep piyasaya yeni bir kitap çıkmasını beklerdim.
Tahrir sınavım bir iki kez düşük notla değerlendirilip altına da ısrarla bu not düşülünce annem bir araştırma yapmış. Öğrenmiş ki Rüştü Bey biraz tutucu. Ayrıca o zamanlar seçmeli olan ve normal ders saatlerinden sonra verilen din derslerine de o geliyormuş. Sınıftaki Müslüman çocuklardan da galiba bir tek ben bu seçmeli din dersini almıyormuşum. Adam da büyük ihtimal beni bu yüzden kendince hafiften cezalandırıyordu.
Bu istihbarat üzerine ilk veli gününe teyzem Rüştü Bey ile görüşmeye gitti. Karşısında ismen tanınan bir Türkçe hocasını gören Rüştü Bey kem küm edip yine daha çok okumam gerektiğini söylemiş ve okursam notumun da düzeleceğini belirtmiş. Çok sakin bir kişiliği olan teyzem de Rüştü Bey’e ne kadar çok okuduğumu, hatta o yüzden diğer derslerimin aksadığını söyleyerek, kendisini bizim eve bir kahve içmeye bu arada da benim kütüphanemi görmeye davet etmiş ve eklemiş: ‘Geldiğinizde Alper’in kütüphanesinin sizin kütüphanenizden bile büyük olduğunu göreceksiniz’. Tabii Rüştü Bey hiç bize gelmedi ama notlarım da anında, olması gereken 8-9 düzeyine yükseldi. Bu olay yeni Türkiye’mizde gerçekleşse kim bilir ne olurdu? Zaten din dersine Türkçe hocası değil, Türkçe dersine cami hocası gelirdi herhalde.
Tarih dersine gelen hocamız Cahide Hanım’ı ise güzel tarih anlatımının yanı sıra Romanya göçmeni olduğundan, zaman zaman Balkan şivesine kaçan konuşmasıyla hatırlıyorum: Üj, bej, kılise… Ancak, ondan aldığım bir öğreti benim için önemli olmuştur.
Cahide Hanım dinine bağlı bir insandı. Aslında o zaman herkesin Atatürk Türkiye’sine uygun bir din anlayışı vardı. Kimi oruç tutar, kimi namaz kılar ama kimse şov yapmazdı. Benim çevremde dincilik ve dini alet ederek madrabazlık yapmak, üç kağıt yoktu. Cahide Hanım’ın bende etki bırakan öğretisi ise şöyleydi: ‘Din herkesin kendi kıyafeti gibidir. İnsanlar farklı dinlere inanabilirler. Ancak bilim yapılırken din bir palto gibi laboratuvarın kapısında portmantoya asılır ve içeri öyle girilir’.
Bugün Hrıstiyan Amerika’da 1925’de gündeme gelen maymun davasından esinlenerek evrim teorisinin anlatılmasını müfredattan çıkaranlara duyurulur. Ayrıca o kişiler bilmeliler ki adına üniversite kurduğumuz büyük İslam bilgini İbn Haldun da Mukaddime adlı kitabında evrim teorisine değinir.
Ortaokulda 2 ve 3’üncü sınıflarda bize matematik ve fizik dersleri veren Herr Buttkus da değer verdiğim hocalarımdan biriydi. Sayesinde matematik ve fizik derslerinden zevk alırdım.
Herr Buttkus lise 1’de de bize gelmişti. O yıl, 12 Mart 1971’de Türkiye’de darbe oldu. Bir süre okula gidemedik. Zaten Paskalya dönemi olduğundan da bizim eğitimimiz çok etkilenmedi. O sıralar henüz 16 yaşında olduğumdan sosyal olarak da pek etkilenmedim. Sadece Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının o dönemde İstanbul sokaklarında korku saldığını hatırlıyorum. Bir de evler aranırken kütüphanelerinde sol kitaplar bulunanlar nezarete götürüldüğünden pek çok kimsenin bu kitapları denize atması sonucu Bebek Koyu’nun kitaplarla dolu olduğu manzarayı… O zamanlar anlatılan bir anekdota göre de evinde Larousse Ansiklopedisi bulunan biri de ansiklopedinin isminde Rus adı geçtiği için şüphelenilerek askerler tarafından gözaltına alınmıştı.
Paskalya sonrası okula döndüğünde, Herr Buttkus bize darbe günlerinde başından geçen bir olayı anlattı. Buttkus Cihangir’de tek başına bir apartman dairesinde yaşıyormuş. Bize fizik dersine de geldiğinden Paskalya sonrası laboratuvar derslerine hazırlanmak için okuldan bazı deney malzemelerini evine taşımış. Ancak, bazı komşu muhbir vatandaşlar, bomba yapıyor diye polise ihbar etmişler. Polis evini basmış ve ajan da olabileceğinden şüphelenerek gözaltına almış. İfade verme sırası gelene kadar da birkaç gününü nezarette geçirmiş. Sonuçta Alman Lisesi’nde hoca olduğu anlaşılmış, Alman Konsolosluğu’nun bir şekilde haberi olmuş ve adamı serbest bırakmışlar. Bu olaydan Buttkus çok etkilenmiş olacak ki Haziran ortası okul kapanınca Almanya’ya geri dönmüştü.
Herr Buttkus’un bize geldiği dönemlerde sınıf arkadaşlarımızdan biri Alev Oraloğlu idi. Annesi Lale, Oraloğlu Tiyatrosu’nun sahibiydi ve Alev de sahneye çıkardı. Bir keresinde okuldan topluca yürüyerek tiyatrolarına gitmiş ve bir piyesi topluca izlemiştik.
Alev haşarı bir çocuktu. Sınıfa ilaç şişesi içerisinde böcek getirir, derste şişeden böcekleri salardı mesela. Bazen de şişede havasız bırakarak nasıl öleceklerini izlerdi. Bize, sınıfta kalma sonucu, bir üst sınıftan gelmişti. Hemen belirteyim bizde sınıfta kalmak son derece kolaydı. İki dersten 5’in altında not aldığınızda sınıfı tekrarlamak zorunda kalırdınız. Cahil Almanlar ikmal, tek ders vb. uygulamaları bilmiyordu!
Alev sarı saçlı, yapılı güzel bir kızdı. Oldukça kısa bir mini etek giymesi kendisini iyice çekici kılıyordu. Sınavlarda kopya çektiğinden şüphelenmiş olacak ki, bir matematik sınavında Buttkus Alev’i ilk sırada benim yanıma oturttu. Sınav esnasında Alev eteğini iyice sıvayarak, daha önceden bacaklarına yazmış olduğu matematik formüllerini kullanmaya başladı. Buttkus durumu fark etti ve Alev’i alarak dışarı çıktı. Sonradan öğrendik ki, bir kadın hocaya gitmişler ve bacaklardaki formüller onun tarafından kontrol edilmiş ve kopya belgelenmiş. Alev o yıl okuldan ayrıldı. Sanırım, tiyatroda aldığı roller için gereken uzun çalışma seansları ve sahnede geçirdiği zamanlar ile okulu birlikte yürütmek o genç yaşında kolay değildi.
Alev’le uzun yıllar sonra Teşvikiye’de sokakta karşılaştım. Beni hemen tanıdı, çok candan bir şekilde sohbet etti. Hiçbir şekilde ‘ben bir sanatçıyım, meşhurum’ havası yaratmadı. Alev aynı Alev’di.
Cahide Hanım dışında bize tarih dersine gelen bir hocamız daha vardı: Gözde Hanım (1).
Gözde Hanım da sert bir hocaydı. Aynı zamanda Avusturya Lisesi’ne de giderdi. Bizlere oldukça haşin davranırdı, sınavları zor, notu kıttı. O da Teşvikiye’de oturduğundan, okula sabahları biz öğrencilerle birlikte Maçka’dan 7.05’te kalkan 60 numaralı troleybüsle giderdi. Karlı bir gün Teşvikiye’den tıka basa dolu troleybüse bindiğimizde, herkes ne kadar soğuk olduğunu konuşurken Gözde Hanım’ın sesi duyulmuştu: ‘Biz Orta Asya’dan gelen bir kavmin çocuklarıyız, biraz soğukta söylenmek bize yakışmaz!’
Gözde Hanım kilolu, biraz da çarpık bacaklı bir kadındı. Kendisine bu nedenle öğrenciler “Omega Gözde” derlerdi. Daha sonra teyzemden, Gözde Hanım’ın çok iyi kayak yaptığını, Avusturya’da öğrendiğini duyunca çok şaşırmış ve bir gün Avusturya’ya gidersem ben de kesinlikle kayak öğrenirim o zaman diye düşünmüştüm. Nitekim sonunda da otuzlu yaşlarda kayağı Avusturya’da öğrendim.
Gözde Hanım’ın, biz okula girmeden Alman Lisesi’nden mezun olan bir de oğlu olduğunu sonradan duydum. İki dil bilen bu yetenekli şahıs ben duyduğumda Koç Holding’de koordinatör pozisyonundaydı. Bu pozisyondan ayrıldıktan sonra, THY’nin sanırım finanstan sorumlu genel müdür yardımcılığına atandı. Bu atamadan sonra da, Koç Holding bulunduğu koordinatörlük pozisyonunu ilga etti. Havacılık camiasında bir zaman sonra bu kişiyle ilgili epey dedikodu çıktı. Hatta Koç’un o pozisyonu, bir daha geri dönemesin diye ilga ettiği iddia edildi. Sonunda da THY’den ayrılma zamanı geldiğinde piyasada şöyle bir espri dolaştı. ‘THY kendisine uçakları sayarak teslim etti, sayarak geri aldı’.
Gözde Hanım, Avusturya Lisesi’ndeki öğrencilerinden birini pek beğenirdi Bu kız Avusturya Kız Ortaokulu’nu bitirdikten sonra sınava girerek Alman Lisesi’ne geçiş hakkını kazanınca, Gözde Hanım bize ‘seneye burada olacak, bakın görün çalışkan başarılı öğrenciyi’ diyerek o dönem sonu bize veda etti. Gerçekten de o kız, biraz da tesadüf eseri olarak, ertesi yıl bizim sınıfa geldi. Bir yıl sonra da oldukça bol miktarda dersten kalarak yeniden Avusturya Lisesi’nin yolunu tuttu.
Aradan yıllar geçti. Almanya değişti. Doğu ve Batı Almanya birleşti. Çok kültürlü liberal bir toplum oldu. Bu durum doğal olarak Alman Lisesi’ne de yansıdı. Artık öğrencisi, daha keyifli bir ortamda eğitim alıyor. Eğitmenler de modern öğretim tekniklerini uyguluyorlar.
Ben okuduğum zamanlarda okuldan mezun olanların bir kısmı Almanya’ya okumaya gider, bunların bir bölümü orada kalmaya karar verirlerdi. Ancak şimdi mezun olan herkes yurt dışına gidiyor ve yurt dışında yaşamını sürdürüyor. Nedeni malum…
(1) İsimler tarafımdan değiştirilmiştir.
İlk bölümü okumak için tıklayın
Not: Bu yazı önce noktakibris.com sitesinde yayınlanmıştır.