Uluru, Avustralya kara parçasının hemen hemen tam ortasına gelen bir bölgede bulunan dev bir kum taşı formasyonu.
Avustralya’nın Kuzey Bölgesi’nin (Northern Territory) güneybatı köşesinde yer alıyor. Çevresindeki düzlükten 384 metre kadar yükselen bir kaya. 2 kilometre uzunluğu, 1.7 kilometre genişliği var. 600 milyon yıl önce oluşmuş. 1873 yılında Avrupalılar tarafından keşfedilmiş. Bulan, İngiliz göçmen William Gosse. O zamanın Güney Avustralya sekreteri Sir Henry Ayers adına Ayer’s Rock diye isimlendirilmiş. Ancak, Aborjin olarak adlandırılan buranın yerli halkı tarafından Uluru olarak isimlendiriliyor. Bölgeye on bin yıl kadar önce gelen Aborjinler açısından kutsal bir mekan.
Uluru en yakın kent olan Alice Springs’den kuş uçuşu 340 km, Sydney’den ise 2158 km uzaklıkta. Kara yoluyla altı saatte gidilebilen Alice Springs’in nüfusunun da 26,000 olduğu düşünüldüğünde, Uluru, civarında yaşayan 3000 Aborjin dışında uygarlığa oldukça uzak bir bölgede. Bu uzaklığa rağmen, Avustralya’nın en popüler dördüncü turizm destinasyonu olma özelliğini taşıyor.
2018 Şubat’ında iki günlüğüne Uluru’ya gitme olanağı buldum. Virgin Australia’nın VA1627 sefer sayılı uçağıyla Sydney’den kalkıştan 3 saat 35 dakika sonra Uluru’nun 26 km uzağındaki Yulara Havaalanı’na indik. Uçuş esnasında yanımda oturan İngiliz çift Türk olduğumu fark edince çok sevindi. Kalkan’da yazlık evleri varmış.
Tam 12.00’de indiğimiz Yulara gerçekten çok sıcak ama havada hiç nem yoktu. Hayatımda buradakinden daha yüksek sıcaklığı sadece ABD’de Ölüm Vadisi’nde yaşamıştım. Etrafta birkaç küçük uçaktan başka hiçbir hareketlilik görülmüyordu. Bu uçaklar da Avustralya’nın çok büyük bir bölümünü kaplayan, “Outback” diye adlandırılan çorak bölgesinin Yulara’ya nispeten yakın bölümünde yaşayan toplumlara, başta sağlık hizmeti olmak üzere her türlü lojistik desteği sağlıyormuş.
Prefabrik kulübelerden oluşan Outback Pioneer Hotel’deki odama yerleştikten sonra, seyahat ettiğim gurupla birlikte otobüse binip, bir rehber refakatinde, 36 demir oksit kayadan oluşan Olga formasyonuna gittik. Saat 16.00’ya yaklaşmasına rağmen ısı hâlâ 37 dereceydi!
Buraya gelen ilk beyaz adam Alman’mış. Çok sevdiği Baron von Württemberg’in eşi Olga’nın adını vermiş. Aborjinler Kata Tjuta diyorlar. Çok kafa anlamına geliyormuş. Olga veya Olgas denilen yerde 36 adet demir oksitten dev kaya var. Kayaları kafalara benzetmişler. Zemin denizden 500 m yüksekte, kayalar onun üstüne 200 metre yükseliyor. Etrafta kırmızı kayadan bir dağ, Uluru; bir de yükselti olarak Olga formasyonu var. Gerisi uçsuz bucaksız bir düzlük.
Bir patikada yürüyüş yaptık. Yolun etrafı vaha gibiydi. Bir dere akıyordu ve içinde küçük siyah balıklar bile vardı. Tabii bir süre sonra su çölde kayboluyordu.
Bu tur esnasında, ulusal parkta rehber/korucu olarak çalışan bir Aborjin’le tanışıp, sohbet etme olanağı da buldum. Aborjin orta boylu, siyah saçlı, koyu tenli insanlar. Anlattığına göre Amerikan kızıl derililerinde olduğu gibi burada da alkol büyük sorunmuş.
Güneşin batışını izleyip saat 20.00 civarı otele döndük. Odama giderken okaliptüs ağaçları dikkatimi çekti. Türkiye ve Kıbrıs’ta, zamanında Avustralya’dan getirilen bu ağaçlar, bataklık yerlerin kurutulmasında, yani sıtma mücadelesinde kullanılmış. Türkiye’nin en büyük okaliptüs ormanı da Tarsus’tadır. Bu kurak bölgede bu ağaçlar nasıl yaşıyor diye merak edip rehberimize sordum. Meğer okaliptüsün 800 çeşidi varmış ve bunların bazıları kurak iklimde de yaşarmış. Bu sohbet esnasında bizim kanguru diye tanımladığımız hayvanın da 20 farklı cinsi olduğunu ve yerli halk arasında hepsine ayrı ayrı isimler verildiğini öğrendim.
Hem günün yorgunluğu hem de gece vakti ava çıkmış vahşi hayvanlarla karşılaşma riski nedeniyle herkes gibi ben de odama erken çekildim.
Ertesi gün 05.30’da yola çıktık. Uluru’nun güneşin doğuşunun en iyi izlenebileceği tarafına gittik. Saat 06.24’te doğuyormuş. Gün hafif aydınlanmaya başladığında bulutlar harika görüntüler oluşturdu. Bana Kenya Masai Mara’daki gün batışını anımsattı.
Daha sonra Milli Park içindeki bir lokantada kahvaltı ettik. Tipik bir İngiliz kahvaltısı. Dondurulmuş tereyağı, kısmen yanmış tost ekmeği, yumurta, vs. Arkasından, Uluru etrafında biraz dolaştık. Bu kurak topraklarda kayanın dibindeki yeşillik ve akarsular çok şaşırtıcıydı. Mağaralarda yerlilerin yaptığı çizimler vardı. Bazı yerler kutsal olduğundan, ruhlarını çalarız inancıyla fotoğraf çektirmiyorlardı. Çok erken vakitte geldiğimizden ve kayanın gölgesinde dolaştığımızdan sıcak fazla zorlamadı. Sinekler de pek çalışkan değillerdi. Normalde bu bölgede dolaşırken şapkanızdan sarkan bir çeşit mini cibinlikle yüzü korumanız gerekiyor.
Kayayı yakından görünce ilginçliği daha belirginleşiyor. Yağmur yağdığında şelalelerin oluştuğu kanallar siyah. Kaya genelde kırmızımtrak ama bazı yerlerde yeşil. Demirin oksitlenme durumuna göre renkler değişiyormuş. Etraf okaliptüs ağaçlarıyla dolu.
Yerel rehberimizin anlattığına göre, Aborjin kültür olarak günü yaşarlarmış. İleriye dönük planları, vizyonları, hedefleri yokmuş. Kinuya ve Liru isimli iki yılanın ağırlıklı ön planda olduğu, kaya çizimleri ile tamamlanan sözlü hikayeleri var. Ayrıca, küçük çocukları hayata hazırlamak için anlatılan hikayeleri, çocuklar büyüdükçe karmaşıklaşıyormuş. Yani bir okulun değişik sınıflarında okunan dersler gibi.
Aborjin kültüründe kadın toplayıcı, erkek ise avcı oluyormuş. Birbirlerinin işine karışmaları yerleşik kurallarına aykırı. Kadınlar kollarının altında, bir çeşit bitki saplarından yapılmış kaplarla dolaşırlarmış. Güneşte şapka, bebeğe beşik görevi gören bu kap, aynı zamanda meyve ve böcek toplamada da kullanılıyormuş. Özellikle bal karıncası, bazı kurtlar ve envaiçeşit yabani meyveyi bu şekilde toplarlarmış. Erkekler ise bumerang, zıpkın vs. ile kanguru ve benzeri hayvanları avlarlarmış.
Doğaya zarar vermeme konusunda çok hassas olduklarından, su kenarında bir kanguru sürüsüne tuzak kurduklarında, önce gelip su içmelerine izin verir, sonra sürü su kenarından ayrılırken en arkadaki kanguruya bumerang fırlatırlar, yere düşen kanguruyu öldürürlermiş. Olayı diğer kangurular görmediklerinden sadece son kangurunun bir şekilde kaybolduğunu düşünürlermiş. Bu sayede kanguru sürüsü su kenarında tuzağa düşeceği korkusuna kapılmadan her gün geri gelirmiş. Sonuçta sürü susuzluktan yok olmadığı gibi, Aborjinler de avlanmaya süreklilik getirmiş olurlarmış. Ayrıca, sürünün en arkasında kalan genelde en zayıf kanguru olduğundan, farkında olmadan sürünün genetik olarak iyileşmesine de katkıda bulunurlarmış.
Avustralya’nın nüfusu 24 milyon kadar. Bunun 500 binini oluşturan Aborjinler geleneksel olarak göçebe topluluklar. O nedenle geniş düzlüklerde sürekli hareket halindeler. Erkeklerin bumerangı, kadınların sepetten kapları… Bir de kurtları veya karıncaları topraktan çıkarmak için birer sopaları. Zaten yukarıda belirttiğim gibi sadece bugünü yaşadıklarından bu yaşam onlar için gayet doğal.
Zamanla, Aborjinlerin bir bölümü beyaz Avustralyalıların oluşturduğu topluma entegre olmuş. Çok da zorlamalar yapılmış, çocuklar ailelerinden zorla ayrılıp, yatılı okullara gönderilmiş. Misyonerlikten çok çekmişler. Artık çoğu Protestan olmuş. İngilizlerin gidip topraklarını ele geçirdiği Kuzey Amerika ve Afrika toplumlarında yaptıklarının bir benzeri buralarda da uygulanmış.
Alkoldeki şekeri vücutları tolere etmediğinden ciddi sosyal sorunlar ortaya çıkmış. Zaten, o nedenle bölgede sadece otelde kalanlara alkol satışı yapılıyor. Her yerde halk sağlığı için alkollü içkileri otel dışına çıkarmayın diye uyarılar var.
Besinlerinde şeker olmadığından modern toplumla kaynaşanlarda ise çok yaygın şeker hastalığı varmış. Spora ise genetik nedenlerle çok yatkınlarmış.
Avustralya, Avrupa’dan ve Orta Doğu’dan getirilen hayvanlardan çok çekmiş. Çoğu memeli hayvan nesli tükenmiş. Tavşana veba gözüyle bakılıyor. Hızlı ürüyor ve düşmanı yok. Bir de Avrupa’dan gelen ev kedilerinden kaçanlar zamanla vahşileşmiş, Emu denilen yerel kuşların ve küçük kanguru türlerinin baş düşmanı olmuşlar. Avlayıp yiyorlarmış. Zamanında Outback’de yük taşımaları için getirilen develer ise bir başka sorun. Bu uçsuz bucaksız boşlukta sahiplerinden kaçan ve yabanileşen develer sürüler halinde yaşıyorlar ve çevreye büyük zarar veriyorlarmış.
Ben gittiğimde Uluru’nun zirvesine tırmanmaya izin veriliyordu. Hatta tırmanışı kolaylaştırmak için kayanın zirvesine çıkan bir patika oluşturulmuş, bir de tutunmak için halat sarkıtılmıştı. Kıbrıs’ta Girne’nin doğusundaki Shayna Beach’de tanıştığım Avustralya’da yerleşik bir Kıbrıslı, Uluru’da kayanın tepesine tırmanmanın iki saat sürdüğünü ve zirvedeki su dolu deliğe varıldığında Aborjinler için bir çeşit hacılık mertebesine ulaşıldığını anlatmıştı. Ancak, Aborjin rehberim bana bu işten çok rahatsız olduklarını, kutsal mekanlarının kirletildiğini düşündüklerini anlatmıştı. Ben de böyle bir girişimde bulunmadım. Zaten Aborjinlerin mücadelesi sonuç verdi ve 2019’dan itibaren Uluru’ya tırmanmak yasaklandı.
Evet, Uluru ve Aborjinlerin hikayesi de böyle…
Bu vesileyle sizleri Louis de Berniers isimli bir İngiliz romancıyla tanıştırmak isterim. Berniers bizde, filmi de çekilmiş olan “Corelli’nin Mandolini” adlı romanıyla tanınır. Ancak, “Kanatsız Kuşlar” isimli, konusu Fethiye civarında geçen, Çanakkale Muharebeleri, Türk Kurtuluş Savaşı ve sonrasında, farklı etnik kökenlerden gelen iki kişinin aşkını anlatan bir romanı da var.
Berniers’in iki diğer önemli yapıtı ise “Kırmızı Köpek” ve “Mavi Köpek” adlarını taşıyor. Bu yazımda tanıtmaya çalıştığım Avustralya Outback’inde yaşamış bir köpekle ilgili büyük keyifle okunan romanları. Maalesef “Mavi Köpek”in Türkçesi yok. Köpeğin Batı Avustralya’da bir de heykeli var.