Okay Deprem
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği dağılana kadar, yani tam 30 önce Orta Asya’da “Türki Cumhuriyetler” adı verilen 4 adet bağımsız devlet ortaya çıkan değin (Tacikistan etnik açıdan Türki değil, Farsi bir ülkedir) dünyada Türk halklarının nüfustaki paylarından bağımsız olarak, hâkim ve esas olarak yönetici etnik grubu teşkil ettiği bağımsız devlet olarak bir tek Türkiye vardır. (*)
Oysa ki tüm Avrasya çapında Türk dillerini konuşan onlarca halk ve ulus mevcut olup bunların nüfus toplamları ise zamanında Türkiye ve Orta Asya’dakilerin çok çok üzerindedir. On milyonlarla ölçülen bu devasa, dağınık ve çoktürel kitle yüzyıllardır temel olarak Rus, Çin ve İran toplumlarında; demografik anlamda ezici bir çoğunluğa sahip olmasalar da egemen/yönetici ulus konumundaki başka milletler tarafından yönetilmektedirler. İran; yüzyıllardır idari sınıfının / yönetici hanedanın ve askeri elitlerinin ağırlıklı olarak güney Azerilerden oluşması itibarıyla bu bakımından biraz istisna gibi gözükse de; bünyesindeki geniş Türk-Azeri nüfusunun asırlardır yazı dili yönünden, entelektüel-edebi bakımlardan kendini Pers-Fars aidiyetinde tanımlaması dolayısıyla; aslında kültürel, sosyal ve diğer pek çok açıdan Fars-Pers kavminin kimliğinde eriyegelmiştir.
Bir diğer taraftan her ne kadar SSCB; bir halklar mozaiği, eşit temelde bir milletler ve kültürler birliği olsa da – ki doğru; başından sonuna kadar ülke fiilen asıl olarak Doğu Slav halkları tarafından yönetilmiş; özellikle ikinci döneminde kültürde, bilimde, sanatta; sosyal, yazınsal, edebi hayatta çok yüksek oranda Rus dili ve tabii ki kültürü tayin edici ve baskın olmuştur.
Ölçü Slavlarla kıyas
Türk halklarının Uygur kolu, Çin’in Tibet dışındaki en büyük coğrafi bölgesine hükmetmesine karşın, nüfus açısından Çinlilere kısasla çok mütevazı bir insan kitlesine sahip olduğundan; yüzyıllardır egemen-idareci millet/etnik grup pozisyonunda olan Çinlilerce yönetiliyor ve de toplumsal, kültürel ve dilsel bakımlardan onların ağırlıklı tesiri altında bulunuyor olmaları şaşırtıcı değildir. Buradan Balkan coğrafyasına geçildiğinde ise; Osmanlı İmparatorluğu’ndan sonraki 100-150 sene boyunca Balkan Türkleri adı verilen azınlıkların Bulgar, Makedon ve Sırpların hâkim-yönetici durumda oldukları devletlerde yaşamlarını sürdürdükleri görülüyor. Bu uzunca zaman diliminde en demokratik ve halkçı idareye sahip Yugoslavya’da da son kertede Sırp, Sloven ve Hırvatlardan oluşan Hıristiyan Slavları iktisadi, sosyokültürel ve dilsel açıdan topluma egemen olup; politik anlamda da siyasi sınıfın ağırlıklı bileşimini meydana getirmekteydiler. Yine de her şeye karşın, Türk halklarının en yoğun, çeşitli ve düzensiz olarak yaşadıkları coğrafya SSCB iken; günümüzde sayısal ve oransal olarak eskisi kadar olmasa da Rusya Federasyonu, Türk-Tatar milletlerinin önemli bir kısmına halen ev sahipliği yapmaktadır. Hem bu açıdan hem de Tatar-Türk ve Moğol halklarının (Moğollar doğrudan Türk kavmi olmamasına rağmen belli ölçüde akrabalık bağlarından dolayı aynı geniş kategoride değerlendirilmiştir.)
M.S. 2. milenyumda Avrasya’daki en önemli rakiplerinin genel olarak Slav halkları özel olarak ise Doğu Slavları / Rus kavmi olmasından dolayı; Türkler ve Slavlar birbirleriyle en yakın kıyaslanabilecek budunlardır. Nitekim Türk halklarının toplamda etnik bakımdan en çok karıştığı, kültürel-sosyal ve antropolojik açıdan da en çok alışveriş halinde oldukları halkların başında Doğu Slavlar, yani Ruslar gelmektedir. Nereden nereye geldikleri bağlamında Türk halklarının özellikle son 1000 yıldaki başarı(sızlık)larını anlamanın en iyi yollarından birisi bu mukayeseyi yapmaktan geçiyor…
Slavlar sahnede yokken…
Günümüzden tarih öncesine kadar değil, yalnızca birkaç yüz sene öncesine gittiğimizde, somut olarak 16. yüzyıla kadar Avrasya’nın çok önemli bir kısmına siyasi-sosyal ve ekonomik olarak Türk-Tatar ve Moğol halklarının egemen durumda olduğunu görürüz. Hatta 13. yüzyılın başlarına kadar geri gidildiğinde bugünün Rusya’sının, düne kadar ise Sovyetler Birliği topraklarının çok önemli bir kısmına meşhur Moğol / Cengiz Han İmparatorluğu’nun (Rus Çarlığı ile birlikte dünya tarihinde topraksal açıdan en büyük iki devletten birisi) hâkim durumda olduğunu gözlüyoruz.
Moğol genişlemesinin öngününde, yani 1200’lerin başlarında Avrasya haritasına baktığımızda ise Sibirya’nın (Eski Rusya’da Ural Dağları’nın doğusunun tamamı bu isimle anılıyordu) kuzeydoğu bölgelerinde dağınık halde yaşayan Paleo-Sibir, Yakut halkları ve kuzey taraflarında Eskimo kavimleri göze çarpıyordu. Orta Asya dolaylarında Karahitay ve Uygur Hanlığı devletleri varlığını sürdürürken; asırlardır dünyanın belleğinde Rus dünyasının kalbi olarak bilinen bugünün Avrupa Rusya’sında ise Türk asıllı olan Volga Bulgarları ile Kuman/Kıpçak Hanlığı egemen konumdadır. İşte o günün siyasi konjonktüründe sonradan Rus, Belarus ve Ukraynalı olarak biçimlenecek olan Doğu-Slav kavimleri İskandinavya, Baltık ve Kuzey Denizi arasında kalan çok ufak bir üçgene sıkışmış; birkaç prenslik ve beylik biçimindeki sosyal örgütlenmeler üzerinden; çevrelerindeki büyük ve eski Tatar-Türk-Kıpçak-Peçenek ve Moğol toplumları arasında adeta varlık ve yokluk mücadelesi verir durumda ve de bütünüyle savunma pozisyonundadırlar…
Halkların kaderi değişiyor
Cengiz Han döneminin sona ermesinin ardından eş zamanlı bir Tatar-Türk ve Moğol devleti niteliğini taşıyan ve 16. asrın başlarına kadar mevcudiyetini devam ettirecek olan Altun Orda devleti döneminde de Rus-Slav dünyası halen bugünün Ukrayna’sı ve etrafındaki Kiev-Rus prensliği, Moskova Dükalığı ve Novgorod Knyazlığı’ndan ibaret ufacık bir alanda varlık göstermektedir. 1500’lerin başında Altın Ordu’nun sona ermesinin hemen ardından Kuzey Avrasya coğrafyasının çok önemli bir bölümünde bu sefer Kırım, Kazan, Astrahan, Sibir ve Nogay Hanlıkları belirecektir. Doğu Slav dünyasının topyekûn kaderini değiştirecek olan Rus hükümdar IV. İvan, nam-ı değer “Korkunç İvan”ın 16. yüzyılın ortasına doğru sahneye çıkması ile Slav halklarının olduğu kadar Türk kökenli halkların da Kuzey Avrasya’daki 1-2 bin yıllık uzun siyasi, nüfus, sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan dominant konumları, geri gelmeyecek şekilde tersine dönmeye yüz tutacaktı.
Türki halkların İran Platosu’ndan Küçük Asya’ya sirayet eden Oğuz Boylarının kuracakları Osmanlı medeniyeti bir tarafa, Hazar ve Karadeniz’in kuzey ve doğusunda kalan uzaktan akrabalarının tümü, sadece birkaç yüzyıl zarfında Slavların her bakımdan egemen ve yönetici uluslar olacakları Rus Çarlığı bünyesinde eriyecekti. Peki nasıl oldu da, o zamanlara değin Hunlardan Hazarlara kadar; sayısız imparatorluk, devlet, hanlık ve krallığın kurucusu, sahibi ve idarecisi olarak yaşamış Türk-Tatar-Moğol boy ve kavimleri; Orta Çağ’ın en karanlık dönemlerinde Avrupa’dan doğuya doğru serf, tebaa göçü-kaçışı ile oluşan heterojen bir kitle olarak kabul edilen Slav halklarının kuracakları ve 19. yüzyılda dünya tarihinin en büyük devleti haline gelecek olan imparatorluğun çatısı altında erimeye, asimile olmaya ve “yönetilen” halklar seviyesine gerilemeye başlamışlardı?..
Bu çok zor ve derin tarihsel mevzunun nedenlerini yazımızın 2. bölümünde kısaca da olsa tartışmaya açıp, sorgulamaya çalışacağız.
*KKTC dışında.
Not: Bu yazı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.