Nasrullah Ayan’ın Türkiye’de “doların serüveni“ni anlattığı büyük ilgi çeken dört bölümlük dizinin tamamını tek bir yazıda yayınlıyoruz:
1.BÖLÜM
Dün twitter’da bazı aklı evvellerin “tek parti iktidarı göründü, dolar ondan düşüyor” minvalinde dehşet yazılarını görünce biz de bunun doğru olmadığını “doların kalıcı olarak düşmeyeceğini” iddia ederek bugün bu konuda bir yazı yazacağımızı söyledik..
Şimdi sözümüzü tutalım ve “dolar neden düşmez” onu anlatmaya çalışalım..
Önce ülkemizde “dövizin tarihi” üzerinde bir gezinti yapalım.. Göreceğiz ki Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana bütün iktidarlar sorunları gerçekten masanın üzerine koymamış, hep görmezden gelerek ya dış şoklarla ya da ekonomik ihtiyaçlar gereği devalüasyonlarla yüzleşmiş ve acı reçeteyi hep halkın önüne koymuşlardır.
Cumhuriyetin ilanında Türk Lirası doların üzerinde işlem görmüş ancak savaşın etkileri ve genel zayıflıkla 1926’da 2 liranın üzerine çıkmış, 1929 “büyük kriz”de 2,13 kuruşla zirve yapmıştır.. 1929’dan 1935’e kadar dolar yeniden düşüş göstermiş bunun sebebi durgunluk ve enflasyonun olmamasıdır..1935’te 1,25 kuruşa kadar düşmüştür.. 1945’e kadar bu seviye yaklaşık olarak korunmuş 1,31 kuruşta sabitlenmiştir..
İkinci emperyalist dünya savaşı sonrası genel paylaşımdan Türkiye de hasar görmüş Halk Partisi iktidarı (İsmet Paşa) 1946’da doları neredeyse %100’ün üzerinde artırarak 2,80 liraya devalüe etmiştir.. Savaşı Türkiye çıkarmamış olsa da hatta büyük bir maharetle dışında kalsa da ilk genel seçimlerde fatura CHP’ye kesilmiş 1950’de Demokrat Parti iktidarı ele geçirmiştir..
Yeni kurulan “dünya düzeni“nde Türkiye, tercihini Amerika’dan yana kullanmış kimsenin duyup bilmediği yerlere (Kore’ye) asker göndermiş , Marshall yardımı dahil bir sürü dış yardımı almaya başlayarak dışa bağımlılığı artmış, popülist politikalarla enflasyonla ülkeyi tanıştırmıştır.. Bununla birlikte DP ( Menderes iktidarı) doları tam 12 yıl sabit bırakarak 1958’de “biriktirdiği sorunlar”la yüzleşmek durumunda kalmıştır.. Bu tarihte tastamam %321’lik bir devalüasyonla doları 2,80 liradan 9,00 liraya yükseltmek zorunda kalmıştır.. Bunun sonucu 1960’ta “yeniçeriler” siyaset mektebini kapatarak darbe mekanizmasına başvurmuşlardır..
Bu ferahlamadan sonra iktidarlar bununla da epey bir süre idare etmiş, 1970’e kadar bu kurla gelmiştir.. 1970’te tek parti iktidarının keyfini süren AP (Demirel iktidarı) bu tarihte acı reçeteyle karşılaşmış lirayı %65 oranında devalüe ederek 9,00 liradan 14,85 liraya yükseltmiştir.. Tabii sonuç beklendiği gibi olmuştur.. “Devletin Kurtarıcıları (!) Yeniçeriler” yeniden sahneye çıkmış 12 Mart muhtırasıyla durumdan vazife çıkarmışlardır..
1971’ten sonra dünyada “köşeye sıkışan dünya kapitalist düzeni” arka arkaya “kumdan kaleler“in yıkılmasıyla yüzleşmiştir.. İlk olarak Amerika, “tarihin en büyük dolandırıcılık” vak’alarından biri olan Bretton-Woods Anlaşması‘nı çöpe atmıştır..** Amerika ilk önce tüm dünyanın altınlarını “kendi korumasına (!)” almış, elinin ayarı kaçıp doları fazla basınca da elindeki altını teslim etmeye yanaşmamıştır.. Bundan sonra önce altın fiyatları (35 dolardan 850 dolar/onsa) kontrolden çıkmış, peşinden petrol fiyatları kontrol dışı (2,75 dolar dan 80 dolar/varile) kalmıştır..
Türkiye’deki iktidarlar (önce askerlerin güdümündeki kukla hükümetler, peşinden “umut” olarak gelen Ecevit, sonra Demirel tüm bu süreci içerideki karışıklıklarla birlikte seyrederek geçirmişler sonunda da “70 cente muhtaç” hale geldiğinde olayın farkına varıp 24 Ocak 1980 tarihinde lirayı tekrar devalüe etmek zorunda kalmışlardır.. Dolar “geleneksel tarım ürünleri dövizlerinde” %100 (35 liradan 70 liraya) diğer dövizlerde %48,6 (47,1 liradan 70 liraya) değer kazanacak şekilde revalüe edilmiştir.. Sonuç: Tekrar yeniden yeniçeriler tekrar ve yeniden devleti kurtarmaya 12 Eylül’de gelmişlerdir..
1980’den itibaren dünya büyük bir değişime doğru yol almıştır.. Ve tabii Türkiye’de bu değişen dünyada “ona çizilen yolda” adımlar atmıştır..
Anayasa değiştirilmiş, sendikaların olmadığı bir ortam hazırlanmış bu yeni ortamla “serbest piyasa ekonomisi”ne geçilmiş en vahşi kurallar uygulanmaya başlanmıştır.. 24 Ocak devalüasyonuyla dolara hakketmediği bir değer verilmiş, faizlerde gidilen “serbestlik“le %5 lik yıllık faizden vazgeçilmiş bunun sonucunda bankerler türemiş bunlar aylık %10-12 faizlerle paralar toplamış, bu faizlere kanan halk aşırı değerlenen elindeki “yastıkaltı altınlarını” piyasaya sürmüş bu paraları bankerlere ve bankerler aracılığıyla bankalara akıtmıştır.. Bu dönemde dövize “enflasyon kadar artış” politikası uygulanmış ve döviz üzerinde bir baskı oluşmamıştır.. Tabii bu dönemde ekonomi 12 Eylül’ün sert kuralları, muhalefetin olmayışı kafasına göre politika yürüten ANAP’ı 1989’a kadar sorunsuz taşımış, ama Türkiye’de %80’lik enflasyonlara alışmış ve dolar kuru “günlük kur düzeltmeleriyle” 1989’da 2,300 lirayı geçmiştir..9 yıllık devalüasyon %3,285 olmuştur.. (Dolar TL karşısında tam 33 kat değer kazanmıştır)..
Bu yazımızı bugünlük burada kesiyoruz.. Çünkü 1989 sonrası olayın boyutları hem dünya hem de Türkiye açısından farklı gelişmiştir ve daha çok irdelenmesi gerekiyor.. Buraya kadar yazdıklarımız “dolar neden düşemez” fikrimiz için gerekli ipuçlarını vermiştir sanıyoruz..
Devamını yarın kaleme almayı düşünüyoruz..
** Bretton-Woods Anlaşması : Anlaşmaya katılan ve parasını altına dönüştürülebilir yapmayı kabul eden her ülkenin parasının değeri dolara göre saptanmıştır.. Dolar, altın ile dönüştürülebilirliğini koruyan tek ulusan para olarak kalmıştır.. Anlaşma ile 1 ons altın 35 dolar olarak belirlenmiş ve ABD doları bu parite üzerinden talep olduğunda altına çevirmeyi kabul etmiştir.
2.BÖLÜM
Dünkü yazımızı 1989 yılında doların değerinin 2,300 liraya ulaştığında bırakmıştık.. Bugün oradan devam edeceğiz.. Dönemleri mümkün olduğunca kısa tutmaya çalışıyoruz ancak, sebep ve sonuçları görebilmemiz için bazen çok kısa olamayabiliyor.. Affınızı rica ediyoruz..
1989’a gelindiğinde durum şudur :
Siyasal açıdan : 6 Eylül 1987 referandumu iktidarın bütün çabalarına rağmen “evet“le sonuçlanmış 12 Eylül faşizminin yasakladığı tüm partiler ve liderleri üzerindeki yasaklar kalkmıştır.. 1989 yılında yapılan yerel seçimleri muhalefet partileri bir “ANAP” referandumuna çevirmiş, sonuçta ANAP %21,75 oy alarak bir dönemin sonuna geldiğini anlayınca Turgut Özal çareyi köşke çıkmakta bulmuş ANAP da bir daha iflah olmamıştır..
Dış Borç : 12 Eylül’de ülkenin dış borcu tüm Cumhuriyet tarihinde toplam 19 Milyar dolarken 1989 sonunda 44 milyar dolara ulaşmıştır..
İç Borç : 12 Eylül’de 721 Milyar TL (9 Milyar dolar) olan iç borç 1989 da 41,934 Milyar TL’ye (18 milyar dolar) ulaşmıştır..
57 yıllık Cumhuriyet tarihinde 28 milyar dolar borçlanan ülke sadece 9 yılda bunu 62 milyar dolara ulaştırmış, buna da ANAP ve Özal mucizesi demiştir.
Oysa ne güzel atasözlerimiz vardır.. “Borç yiyen kesesinden yer” ya da “borç yiğidin kamçısıdır”.. Buradaki kamçı hep demokrasilerde “taxpayer“ın (vergi ödeyici) sırtında olsa da bizde kapitalizm vergi ödemeyi sevmediği için hep halkın sırtına vurulmaktadır.. Ne gam, ekonomi büyüyor ya..
Oysa esas güzel atasözü “borç alan emir almayı öğrenir“dir..Kimine göre Kanuni, kimine göre de IV. Murat tarafından söylendiği iddia edilen bu söz bugün bütün dehşetiyle karşımızdadır..
1990 ve 1991 yıllarını bir şekilde idare eden ANAP hükümeti ekonomik koşulların ağırlaşması ve Körfez krizinin patlaması nedeniyle 1992 yılında yapılması gereken seçimleri 1 yıl öne almış ve 20 Ekim 1991’de seçimlere gitmek zorunda kalmıştır.. Seçimlerden Süleyman Demirel liderliğindeki DYP birinci, HEP’le ittifak yapan SHP üçüncü parti olarak çıktı ve bu iki parti koalisyon kurarak 8 yıllık ANAP dönemini sona erdirdi..
DYP-SHP koalisyonu kurulduğunda (1992 başı) dolar 2,311 liradan 5,075 liraya (%119 artış – iki yıl) İç borç 2 yıl içinde (dolar cinsinden 18 den 20 milyar dolara) 2 milyar dolar artmış, dış borçsa 43 milyar dolardan 53 milyar dolara çıkmıştır..
Esasında tüm melanetlerin zirveye çıktığı dönem 12 Eylül’ün gelişiyle birlikte anılmalıdır.. Çünkü 80 sonrası değişen dünya “büyüyen pazar” olarak gördüğü Türkiye’ye borç almayı öğretmiştir..
Demirel hükümeti ve Özal’ın ölümüyle bu kere Demirel’in köşke kaçışıyla iktidara gelen “ekonomi dehası” Çiller döneminde 93 sonunda dış borçlar 17 milyar dolar artışla 70 milyar dolara iç borçlar da 20 milyar dolardan 25 milyar dolara çıkmıştır.. Artık borç sarmalı öyle bir hale gelmiştir ki, ülkeye taze para girmese bile “borcu döndürerek” her yıl sadece faizlerin eklenmesiyle borç büyümeye devam eder duruma gelmiştir..
Bu yıllar aynı zamanda Kürt hareketine karşı devletin sertleştiği dönemlerdir.. Önce Özal’ın ölümü arkasından Temmuz 1993’deki Başbağlar baskını sonrasında devletin yumuşamayı bir kenara bırakarak PKK ile savaşa başlaması zaten bozuk olan ekonominin üzerine “savaş maliyetini” de eklemiştir..
Tam böyle bir dönemde “ekonomi dehası” Prof. Dr. Çiller‘in beyninin yarısı durumunda olan “süper zeka bulunmaz Hint kumaşı” Osman Ünsal’ın “piyasada tek alıcı biziz, piyasa ya bizim istediğimiz faizlerle bize para verir ya da almayız” şeklindeki ekonomik kitaplara girmesi gereken (!) buluşu sayesinde piyasa hükümete “yaw he he” diyerek bono yerine dolar almaya koşmuş “devletin bu harakirisi” doların 14,000 liradan 42,000 liraya gitmesine ve devletin 1 puan fazla vermem inadı sonunda 3 aylık bonoya %50 (yıllık bileşik %406) faiz vermesiyle sonuçlanmıştır..
Borç alan emir almayı öğrenir.. Eğer ekonominiz borç batağına saplanmışsa ve eğer paranız makbul bir para değilse önünde sonunda parayı verenin şartlarına uymak zorunda kalırsınız.. İşte Türkiye’yi saçma sapan 1994 krizine götüren durum budur..
Bu dönemden de göreceğiniz gibi Türkiye’de dolar düşmez, düşemez.. Yarına da 2000-2001 krizine giden dönemi anlatmaya ve yazmaya çalışacağım.. Ayrı yazı olmasının sebebi hem gerekçelerinin, hem ülke gerçeklerinin, hem de rakamların ve boyutlarının farklı olması ve uzun bir yazı olacağı gerçeğindendir..
Biliyoruz bu yazı dizisi biraz pehlivan tefrikası tadında görünse de gerçekten böyle irdelenmesi gerektiğini düşünüyorum..
3.BÖLÜM
1994’teki beceriksizler krizinden sonra %50 lik bonoyla döviz biraz olsun (%200 lük bir devalüasyondan sonra normal) nefes almış, 42.000 liradan 30,000 liraya geri dönmüş yılsonunu da 39,000 civarında kapatmıştır..
24 Aralık 1995’te yapılan genel seçimlerde halk 94 krizinin faturasını Çiller, Yılmaz, Baykal‘a kesmiş Erbakan ve Ecevit‘i yükseltmiştir.. 95 sonu itibariyla seçimler yapıldığında dolar kuru 61,361 lira, Dış borçlar 76 milyar dolar (iki yılda sadece 6 milyar artmış) iç borçlar ise 22 milyar dolar (3 milyar dolar düşüş) olarak gerçekleşmiştir.. Esasında faizler hesaplandığında ülke borçlanamaz hale gelmiş bu da Çiller-Baykal ikilisini seçime zorlamıştır..
Seçimlerden sonra önce ANAP-DYP koalisyonu kurulmuş 3 ay ancak dayanabilmiştir.. Nihayet Erbakan‘ın başbakanlığında RP-DYP (RefahYol) hükümeti kurulmuş bu hükümet de önce “Yeniçerilerin” 28 Şubat müdahalesi ile karşılaşmış sonra da “devletin doğal refleksleri” (!) ile tam 1 yıl sonra 30 Haziran 1997 de yıkılmıştır.. Bunun yerine DYP‘den istifa eden vekillerin kurduğu DTP’nin yer aldığı Anasol-D (ANAP, DSP, DTP) hükümeti kuruldu ve 11 Ocak 1999’a kadar devam etti..
Bu üç yıllık süre içinde dolar kuru tam 5 kat 61,361 liradan 314,230 liraya, dış borçlar 20 milyar dolar artışla 96 milyar dolara iç borçlar da tam 15 milyar dolar artarak 37 milyar dolara ulaşmıştır..
Ekonomik sıkıntıların patlama noktasına geldiği 1998 yılında bombanın elinde patlamasından korkan Yılmaz, Baykal’la anlaşarak 2000 yılında yapılması gereken seçimleri 18 Nisan 1999’a çekti.. Ancak seçim kararından hemen sonra “Türkbank” (Türk Ticaret Bankası) skandalı patlak verdi.. Hükümeti dışarıdan destekleyen CHP desteğini çekerek Yılmaz hükümetini çökertti ve 5 aylık Ecevit azınlık hükümeti kuruldu..
Tam da bu 5 aylık dönemin içinde Başbakan’ın bile “yaw niye verdiler anlamadık” dediği Öcalan tesadüfen 15.Şubat.1999’da Türkiye’ye teslim edildi.. Bunun gölgesinde gidilen 1999 seçimlerinde Ecevit liderliğindeki DSP birinci parti oldu.. CHP tarihinde ilk defa meclis dışında kaldı.. Milliyetçilik moda olunca eh MHP de ikinci parti oluverdi.. Ecevit‘in kurduğu DSP-MHP-ANAP hükümeti 3 Kasım 2002 seçimlerine kadar görevde kaldı..
Bu 4 yıllık süre içinde dolar 314,230 liradan 1,642,000 liraya, dış borçlar 96 milyar dolardan 130 milyar dolara, iç borçlar da tastamam 37 milyar dolardan 91 milyar dolara ulaştı. Yani 4 yılda iç+dış borç 133 milyar dolardan 221 milyar dolara çıktı..
1994 krizinde ucuzlayan Türkiye borsasına inanılmaz bir para aktı 1999 başında bu vahşi yatırımcıların borsa içindeki payları %64’e çıktı.. 2000 yılında derecelendirememe kuruluşları arka arkaya ülkeyi “pozitif” izlemeye alırken borsada müthiş bir ralli yaşandı.. Bu ralli tıpkı 1993 rallisi gibi oldu.. Tam bir balon oluştu.. Yabancılar bu rallide paylarını %43’e düşürdüler.. Sonraki iki yıl içinde ufak dalgalanmalar olsa da 2001 krizinden sonra 2002 sonunda AKP iktidara geldiğinde yabancı payı yine %43 seviyesine düşmüştü.. Sattıkları %21’lik kısım esasında anaparalarını karşılamaya yetmiştir, kalan hisseler borsacı tabiriyle beleş hisselerdir.. Anlaşılamayan şu.. Yabancılar sizi övüyorsa durup iki defa düşünmek gerekir..
Ülkenin gidişatı o hale geldi ki, 1999 sonunda hükümet IMF’nin kapısını çalmak zorunda kaldı ve üç yıllık bir IMF reçetesini kabul etmek zorunda kaldı.. Bu anlaşmayla Türkiye ilk defa “FDF- Faiz Dışı Fazla” tabiriyle tanıştı.. Yabancılar “bizim paramızı bir defa kabul edeceksiniz, kalan olursa bizimle danışıp kullanacaksınız” şartını anlaşmaya koydular..
Krizin ilk ayak sesleri 2000 yılı kasım ayında duyulmaya başlandı Ekim ayında %39 olan gecelik faizler Kasım’da %95, Aralık’ta da %183 oldu.. Nihayet bomba 19 Şubat’ta patladı.. Sezer‘in Ecevit’e anayasa kitapçığını fırlatması Ecevit’in kapı önünde “devlet yönetiminde kriz var” demeci üzerine tezgah oturdu.. Önce beceriksizce yetmeyeceğini bile bile Merkez Bankasındaki son kurşunlarla 5 milyar dolar bankalara ucuzdan verildi.. Yetmeyince önce dolar 670,000 liradan 1 milyon liranın üstüne çıktı.. Faizler de %7500 e çıktı.. Bu krizde tam 22 bankaya el konuşmuştur.. Yabancılara da “10 yıl içinde banka izni vermeyeceğiz” garantisiyle gelmeleri için davetiye çıkarılmıştır..
Türkiye’yi 2001 krizine götüren yol esasında dışarıdaki finans-kapitalin iştahını kabartan bankacılık sektörüdür.. 70-75 milyon “tüketicinin” olduğu bir pazardır.. Türkiye’de bankalar 2001 krizine kadar arsızca ve utanmazca gelen tüm mevduatları, dışarıdan ve içeriden alınan tüm kredileri patronlarına kullandırmışlardır.. Banka sahipleri ise paraları aktardıkları şirketlerinde kar-zararı umursamadan çalışmışlardır.. Siyasi tüm iktidarlar bu “kan emicileri” idare etmişler, bankalar yeminli murakıplarının hazırladıkları “bu banka batak” raporlarını hasıraltı etmiş “e du bakali ne olucek” diye izlemişlerdir..
2001 krizine gelindiğinde bankacılık sistemi iyice çuvallamış ülkede tasarruf geleneğinin olmaması, kaynakların dış kaynaklı borçlar olması, tüketim toplumu olan ülkede cari açığın hızla yükselmesi gibi nedenlerle yabancılar “eh çocuklar oynadığınız yeter” diyerek duruma el koymuşlar görünen sebep de “Cumhurbaşkanı’nın Başbakan’a anayasa kitapçığı fırlatması” şeklinde tezahür etmiştir.. Esasında oyun ucuzlayan ülke varlıklarının el değiştirmesi olarak özetlenmelidir..
Bu kriz sonrasında amaç hasıl olmuş Türk bankacılık sisteminin %50 sinden fazlası yabancılara geçmiştir.. Borsada ise yabancı payı %43 ten %70 e çıkmıştır..
Kuralları her zaman borç veren koyar.. Gerekirse başınıza “tahsilat komiseri” (2001’de bu kişi Kemal Derviş’ti) diker..
Sonuç olarak dolar o ekonomiyi gerçekte idare edenlerin istediği zamanlarda istediği kadar değer kazanır..
Netice : Türkiye’de dolar düşmez düşemez..
Bugünkü yazımızı da burada noktalıyoruz.. Yarına AKP dönemini ve ekonomideki muhteşem (!) zaferlerini yazacağız.. Ve neden bugün de doların düşmeyeceğini, düşemeyeceğini anlatacağız..
4.BÖLÜM
2002 yılında henüz yapılan devalüasyon ve alınan önlemlerin meyveleri tam alınıp yenmeden MHP Genel Başkanı Bahçeli‘nin mükemmel manevrasıyla ülke koşar adım seçime gitmiştir.. Seçim sonuçları tam anlamıyla seçimlere karar veren partiler açısından şok olmuştur.. Dışarısı yeni ekonomik düzenin uygulanması ve oturması için bu kere yeniçerilere başvurmamış yerine ülkenin tüm yapısını demokratik(!) bir şekilde yeniden dizayn etmiştir.. 2001 de kurulan AKP bir umut olarak lanse edilmiş ve kuruluşundan sadece 1 yıl sonra seçimlerden ülkenin en büyük partisi olarak çıkmıştır..
Yıllarca bozulan gelir dengesizliği, artan yoksulluk ve önlenemez rüşvet çarkı daha 1999 seçimlerinde mecliste olmayan sadece 2 partiye parlamento yolunu açmış diğer partileri de (MHP hariç 2007’de meclise girmiştir) bir daha dönmemek üzere tarihin tozlu sayfalarına gömmüştür.. Parlamentoda halkın sadece %53,5’lik oyları temsil edilebilmiş, AKP %34 oyla neredeyse meclisin %66 ‘ını ele geçirmiştir.. Faşist 12 Eylül anayasasının dayattığı %10’luk seçim barajı DYP, ANAP, MHP, DSP, SP gibi partileri parlamento dışına itmiştir.
AKP, altın tepside sunulan bu iktidarı dışarının tam istediği gibi kullanmıştır.. Bir tek çivi çakmadan Düyun-u Umumiye komiseri Kemal Derviş’in reçetesini harfiyen uygulamıştır..
2002-2007 arası
Döviz kuru : 2002 sonunda 1,642,000 lira olan dolar kuru 2007 sonunda 1,1703 (Bu dönemde liradan 6 sıfır atılmıştır) liraya düşerek , lira %40 değer kazanmıştır..
Enflasyon : 2003-2007 yılları arasında 5 yıllık enflasyon toplamda %65,5 olmuştur.. (2003 %18,4 -2004 %9,3 – 2005 %7,7 – 2006 %9,6 -2007 %8,4)..
Faiz : Yine 2003-2007 yılları arasında 5 yıllık sürede iç borç faizlerine tastamam %197 faiz ödenmiştir.. (2003 %46,4 – 2004 %24,8 – 2005 %16,2 – 2006 %18 -2007 de %18,4)..
Yani 1 Ocak 2003’te Türkiye’ye 1,000,000 dolar getirip TL’ye çeviren birisi, 31.12.2007’de 4,167,000 dolara sahip olmuştur..
İnanmıyorsanız istediğiniz kadar çarpıp, bölüp, toplayıp, çıkarabilirsiniz..
Her büyük devalüasyondan sonra döviz kurlarının bir miktar geri çekildiği doğrudur.. Ancak önce ülkenin bankalarını, şirketlerini peşkeş çekip dışarıdan gelen dövize 5 yılda %317 ödemek .. Büyük maharet ister.. Ve hele bunu becerenleri hala umut olarak göstermek..
İşte bunların tümünü becerirseniz danışmanınız sizi dışarıda “bunları kullanın, iyi adamlardır” diye lanse edebilir..
2008-2010 AKP dönemi
Döviz Kuru : 2007 sonuna kadar güllük gülistanlık olan döviz kuru 2008’de aniden dünyayı sarsan krizle 1,50’ye fırlamış, krizin bizi teğet geçmesiyle de 3 yıl buralarda oyalanmıştır.. 2010 yılı sonunda döviz kuru 1,5535 olarak gerçekleşerek 2007’ye göre %32’lik bir devalüasyon gerçekleşmiştir. Ancak hala 2002 sonundaki 1,642,000 liralık değere ulaşmamıştır.. 2011 yılından sonra mızrak çuvala sığmamaya başlamış 24.Eylül.2015 te 3,0753 ü gören kur bu yazının yazıldığı saatlerde 2,9500 seviyesinden işlem görmektedir..2002 sonu seviyesine göre bu %80’lik bir devalüasyonu işaret ediyor..
Enflasyon : Bu 7 yıllık dönemde enflasyon sırasıyla 10,1- 6,8- 6,4 -10,5 – 6,2 – 7,4 – 8,2 olmuştur.. 2002’ye göre enflasyon %200′ e ulaşmıştır..
Faiz : Bu 7 yıllık dönemde faiz, sırasıyla %19,1 – %11,7 – %8,5 – %8,7 – %6,4 – %10,1 – %8 olmuştur.. 2002 den 2014 sonuna kadar TL’ye bileşik %489 faiz ödenmiştir..
2002’de 1,000,000 dolar getiren birinin cebine son devalüasyonlara rağmen 3,281,000 dolar girmiştir..
2002’de 130 Milyar dolar olarak devraldıkları dış borç Haziran sonu itibariyle 405 milyar dolara, 91 milyar dolar olan iç borç devalüasyona rağmen 170 milyar dolara çıkmıştır.. 2002’de devraldıkları toplam borç 221 milyar dolarken 2015 Haziranında bu rakam 575 milyar dolara çıkmıştır..
Kimse bize özel sektör borcundan bahsetmesin.. Türkiye’de 287 Milyar dolar borçlanacak “üretici” bir özel sektör yoktur.. Bu borçların çoğunluğu bankalardadır.. Bankalar da bunları hane halkına ve artık “balon” olduğu bilinen inşaat sektörüne kullandırmışlardır.. Yunanistan krizinde bankalara ve özel sektöre olan borç nasıl Avrupa Birliği tarafından zorla “devlet borcu”na dönüştürüldüyse bizim de aynı akıbete uğramamız ihtimal dahilindedir..
GSYİH hikayesi : 2002 yılında 3492 dolar olan Kişi başı milli gelir, 2003 yılında 4565 dolara (%31 artış), 2004 yılında 5775 dolara (%26,5 artış) , 2005 yılında 7036 dolara (%22 artış) , 2006 yılında 7597 dolara (%8 artış), 2007 yılında da 9247 dolara (%22 artış) göstermiştir.. Yani 5 yılda %164 artmıştır.. Şaka gibi.. 2008’de son bir gayretle 10,444 dolara “çıkarılan” fert başına milli gelir, 2001 tedbirlerinin eskimesi ve 2008 de kurulan yeni bir dünyaya ayak uydurulamaması yüzünden 10404 dolara çakılı kalmıştır.. Gerçi üzülmeyin pehlivanda numara bitmez.. Bugün aldığımız bir müjdeye göre hesaplamayı değiştirmişiz ve artık milli gelirimiz tam da 2007’nin altına inmişken 19,506 dolar olmuş.. Bu rakam oynatmaların dünyayı ne hale getirdiğini 2008 krizinde gördük.. Yunanistan olayı tam burnumuzun dibinde oldu.. Olsun, ne gam… Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları nasılsa bu faturayı da öder..
Türkiye tam bir tüketim cehennemine dönüşmüştür.. Tüketici kredileri iktidarı devraldıklarında 6,5 milyar lira iken (4 milyar dolar) bugün 350 milyar lirayı (120 milyar doları) geçmiştir.. Bunun devam edebilmesi mümkün değildir..
Yabancı bankalar işin kaymağının bittiğinin de farkındalar.. Yeni gelecek bankaların “kar”dan çok ülkenin geleceğinde söz sahibi olma saikiyle geleceğini öngörüyoruz..
Borç yükü altında olan şirketlerin yeni dönemde dolar bazında ucuzlayarak el değiştireceğini görmek için allame-i cihan olmaya gerek yok.. Elbette yeni gelenler daha ucuza almak için daha yüksek döviz kuru isteyeceklerdir.. Ülke ekonomisinde “yerli ve milli” şirket bulmak giderek “yerli ve milli” vekil bulmaktan zor olacaktır..
Bugün kullanılabilir net döviz rezervimiz 30 milyar doların altındadır.. Rakamlar o kadar büyümüş, dünya o kadar globalleşmiştir ki birkaç milyar dolarlık çekiliş her an krizi tetiklemeye hazırdır..
Türkiye, 2008 de başlayan mebzul para fırsatını maalesef üretimde kullanamamıştır.. Bugün de o fırsatı yaratanların “yeter bu kadar” tehditleri ile karşı karşıyadır.. Her an Amerika’dan gelecek faiz artırımının korkusuyla yaşamaktadır..
Türkiye, aldığı o kadar borca rağmen yeni müteşebbislere, yeni sektörlere, araştırma ve geliştirmeye kaynak ayırmamıştır.. Hala montaj sanayiyle yoluna devam etmektedir..
Turizmde işin hamallığını üstlenmiş kaliteli para harcayan turisti çekememiştir..
İç barışını sağlayamamıştır..
1 Kasım seçimlerinden sonra gelecek iktidarın işinin zor olduğu kanaatindeyiz.. Türkiye’nin çok fazla satacak hikayesi olmadığını düşünüyoruz..
Ezcümle, döviz kurunda küçük geri çekilmeler mutlaka olacaktır.. Ama bu geri çekilmeler döviz almak için fırsat olarak kullanılacaktır.. Gereken devalüasyonun maalesef henüz tamamlanmadığı görüşündeyiz..
Bu nedenle dolar bu şartlarda, bu ülkede, mevcut sistemle düşmez, düşemez..
2016 hedefimizi 4 yıl önce koyduğumuz gibi 4,50 lira olarak koruyoruz..
Bu yazıları aşağıdaki linkten de okuyabilirsiniz: