Ekonomik, siyasi ve askeri üstünlüğü elinde bulunduran toplumlar, tarihin her döneminde daha zayıf toplumlar üzerinde önemli etkiler yaratmıştır.
Bu etkiler yalnızca maddi alanla sınırlı kalmamış, kültürel, ideolojik ve dilsel alanlara da yayılmış. Güçlü toplumlar, genellikle dili bir araç olarak kullanarak kültürel üstünlük sağlamayı amaçlamış ve dillerini yaygınlaştırarak etki alanlarını genişletmeye çalışmış.
Dillerin fetih, sömürgeleştirme ya da kültürel asimilasyon yoluyla empoze edilmesi tarihte sıkça karşılaşılan bir durum. Bu süreçler, genellikle uzun vadede yerel dillerin ve kimliklerin zayıflamasına, hatta yok olmasına neden olmuş.
Zayıf toplumlar, baskın bir toplumun etkisi altına girdiklerinde varlıklarını sürdürmek ve çıkarlarını koruyabilmek adına sıklıkla baskın kültürün değerlerini ve yaşam biçimini benimsemiş. Bu noktada dilin önemi öne çıkar çünkü dil, yalnızca bir iletişim aracı olmanın ötesinde, aynı zamanda kültürel ve ideolojik etkilerin başlıca taşıyıcısı.
Güçlü toplumların dilleri ve edebiyatları, bölgesel saygınlık kazanarak yaygınlaşmış ve diğer toplumlar üzerinde baskı unsuru haline geldi. Bu durum tipik olarak ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel üstünlük gibi faktörlerin bir araya gelmesiyle açıklanabilir.
Bir dilin baskınlaşmasıyla, toplumların birkaç kuşak içinde bu dili kendi dillerine tercih etmeye başladıkları görüldü. Örneğin, ABD’ye göç eden İtalyan, Alman ve İrlandalı göçmenler, İngilizceye geçtikten sonra kendi dillerini büyük ölçüde unuttular. Ayrıca, ABD, Kanada, Avustralya ve Latin Amerika’daki yerli halkların dilleri ya yok oldu ya da azınlık dili haline geldi.
Eski çağlardan bir örnek vermek gerekirse, Sümer dili Mezopotamya ve geniş çevresinde uzun süre baskın dil olarak kullanıldı. Sümerlilerin yazıyı icat etmeleri, yalnızca yönetimsel ve ticari etkinliklerin yanı sıra dini ve kültürel metinlerde de Sümercenin yaygın bir şekilde kullanılmasına olanak tanıdı.
Eski Mısır, Latin ve Yunan dilleri de geniş coğrafi etkileri sayesinde farklı dilleri konuşan topluluklar arasında ortak bir anlaşma dili olabildi. Zamanla, Latince İtalyancaya, Antik Yunanca çağdaş Yunancaya, eski Mısır dili ise Kıpti Ortodoks Kilisesi’nin ibadet diline evrildi.
Bu bağlamda, farklı dilleri konuşan ve birbirini anlamayan topluluklar arasında ortak bir iletişim aracı olarak kullanılan üçüncü bir dil “lingua franca” olarak adlandırılır. Lingua franca, aynı anda birden fazla dil engelinin aşılmasına yardımcı olan dildir. Bir dilin lingua franca statüsü kazanması, genellikle o dili konuşan toplumun siyasi, ekonomik, askeri ve kültürel gücünün bir yansıması olarak görülebilir.
Lingua franca terimi, İtalyancada “Frenklerin dili” anlamına gelir. Terim, Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük liman kentlerinde çoğunluğu İtalyan olan Levanten tüccarların yararlandıkları ortak dili tanımlamak için kullanılmıştır.
Levanten tüccarlar, İtalyanca temelli, ancak Türkçe, İspanyolca, Fransızca, Yunanca ve Arapçadan da renkler içeren esnek bir dil kullanıyorlardı. İtalyancanın bu modeli, Osmanlı’nın çok kültürlü yapısında doğmuş, yaygınlaşmış ve lingua franca olarak bilinegelmiştir. Briç oyununun adının bu dönemde Türkçedeki “Bir+Üç” sayılarından türetildiği söylenir.
Tarihteki ilk lingua franca’nın Büyük İskender döneminde zorla öğretilen Yunanca olduğu düşünülüyor. Büyük İskender’in Milattan Önce (M.Ö.) 333’te başlayan seferleriyle, Helenistik dönemin yaygın Yunancası olan Koine Yunancası, geniş bir coğrafyada yaygınlık kazanmış.
Benzer şekilde, Roma İmparatorluğu’nun genişlemesiyle Latince, imparatorluğun büyük bir kısmında hukuk, edebiyat ve eğitim dili olarak benimsenmiş ve lingua franca statüsü kazanmış. Ayrıca, Latincenin bölgesel varyantları zamanla İtalyanca, Fransızca, İspanyolca ve Portekizce gibi dillere evrilmiş.
Diğer yandan, İslam’ın yükselişine paralel olarak Arapça, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da lingua franca konumuna yükselmiş. Yayılmacı siyasi yapılar, Arapçayı prestijli ve güçlü bir dil haline getirmiş, bu gelişmenin sonucunda Sudan, Mali, Çad gibi Arap olmayan toplumlar da Arapçayı ana dil olarak konuşmaya başlamış.
Güçlü toplumlar, ideolojik ve yönetimsel paradigmalarını diğer toplumlara aktarmada genellikle dili bir araç olarak kullanır. Dilin yanı sıra, inanç sistemleri ve kültürel unsurlar aracılığıyla yumuşak güç stratejileri geliştirerek başka toplumlar üzerinde etkiler yaratmaya çalışırlar. Bu stratejiler, güçlü ülkenin değerlerinin başkaları tarafından benimsenmesine yol açarak, kültürel asimilasyon ve sosyokültürel yapıların dönüşümünde önemli bir rol oynar.
Örneğin, ABD, Hollywood filmleri ve popüler müzik aracılığıyla eğlencenin yanı sıra tüketim kültürü, bireycilik, silahlanma, acımasız rekabet, İslamofobi ve fast food gibi olumsuz kültürel öğelerini de dünyaya yaymayı başarmıştır.
Filmlerde ABD, dünyanın en güçlü ve en gelişmiş ülkesi olarak betimlenir, Amerikan kültürünün üstünlüğü vurgulanır. Her Amerikan filminde Amerikan bayrağı mutlaka en az bir karede gösterilir. Bu eğlenceli (!) kültürel emperyalizm, birçok insanın Amerikan yaşam biçimine ve kültürüne ilgi duymasına ve İngilizce öğrenmeye başlamasına neden olmuştur.
Günümüzde İngilizcenin olağanüstü yaygın kullanımı, bu olgunun en çarpıcı çıktılarından biridir. Geçmişte Yunanca, Latince ve Arapça gibi dillerin üstlendiği küresel dil rolünü, modern çağda İngilizce üstlenmiş durumdadır.
Britanya’nın denizaşırı keşifleri, sömürgecilik faaliyetleri ve Sanayi Devrimi ile yükselen gücü, İngilizcenin dünya çapında bir lingua franca olarak yayılmasına katkıda bulundu. Bu dilsel yayılma, günümüzde küresel ticaret, bilim ve kültür alanlarında etkisini sürdürüyor.
İngilizcenin küreselleşme sürecindeki etkisi, özellikle İngiliz kökenli olmayan toplumlarda belirgindir. Örneğin, Hindistan, Nijerya, Gana ve Singapur gibi ülkelerde İngilizce, ikinci ana dil olarak öğretiliyor. Pakistan’da Urduca ve Filipinler’de ise Tagalog gibi dillere ek olarak İngilizce ikinci bir lingua franca olarak varlığını sürdürüyor.
İngilizcenin mevcut hegemonik konumu, Britanya İmparatorluğu’nun sömürgecilik mirasına ve ABD’nin süper güç olmasına bağlanabilir. Dünya genelinde diplomasi, ticaret, internet, bilim ve eğitim alanlarında İngilizcenin yaygın bir dil olarak benimsenmesi, bu dilin uluslararası arenada daha da güçlenmesine katkıda bulunmuştur.
Avrupa’da 17. ve 20. yüzyıllar arasında diplomasi, sanat ve entelektüel alanlarda önemli bir yer edinen Fransızca, o dönemde ikinci bir lingua franca olarak kabul görmüştür. Fransa’nın Afrika sömürgeciliğinin kalıtı olarak, kıtadaki birçok ülkede Fransızca halen lingua franca olarak varlığını sürdürmektedir.
Fransızcanın küresel etkisi, uluslararası antlaşmaların dilinde de kendini göstermiştir. Birleşik Krallık ile Osmanlı arasında 1838’de imzalanan Baltalimanı Antlaşması ve 1856’da Birleşik Krallık, Fransa ve Osmanlı arasında imzalanan Paris Antlaşması Fransızca olarak düzenlenmiştir.
Osmanlı’da Tanzimat Dönemi ile hız kazanan Batılılaşma sürecinde, Fransızca Avrupa’daki rolüne benzer şekilde, bilim ve kültür alanlarında Türkçe üzerinde etkili oldu. Fransızca, Türkçeye 5 binden fazla sözcükle, Arapçadan sonra en çok sözcük ödünç veren dil oldu.
Yukarıda değinilen dillerin yanı sıra, İspanyolca, Latin Amerika’da; Rusça ise Orta Asya ve Doğu Avrupa’da geniş bir bölgede lingua franca olarak benimsenmiş dillerdir. Bu diller, siyasi, ekonomik ve kültürel etkilerle güçlenerek, yerel dillerin ötesine geçmiş, ticaret ve iletişimde önemli roller oynamıştır. Ancak, İspanyolca ve Rusça birer uluslararası dil olsalar da, çok daha geniş bir konuşmacı kitlesine sahip İngilizce kadar küresel bir etkiye sahip değil.
Özetlemek gerekirse: Eski çağlardan bu yana farklı dilleri konuşan topluluklar anlaşma sağlamanın bir yolunu daima bulmuşlar. Ancak, birden fazla toplulukla etkileşim söz konusu olduğunda, her grubun dilini öğrenmek külfetli bir hal alır. Bu tür karmaşık durumlarda başvurulan yollardan biri de iletişimi ortak üçüncü bir dil üzerinden yürütmek olmuştur.
Bu ortak dil, genellikle dönemin güçlü toplumlarından birinin dilidir. Tarih boyunca, güçlü toplumların dilleri farklı yollarla lingua franca haline gelmiş ve geniş kitleler tarafından benimsenmiştir. Bu, kültürel, ekonomik ve siyasi etkenlerin bir araya gelmesiyle şekillenen bir süreçtir.
Dünya, çeşitli dönemlerde güçlü toplumların dillerinin ticaret, siyaset ve kültürel etkileşimler yoluyla lingua franca haline geldiğine tanık oldu. Günümüzde İngilizce, bu geleneği sürdürerek küresel iletişimde baskın dil konumuna ulaşmıştır. Ancak tarihsel örnekler, hiçbir lingua franca’nın kalıcı olmadığını göstermektedir; zamanla güç dengeleri ve kültürel etkiler değiştikçe, bir dilin küresel üstünlüğü de sona erebilir.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Türkçe tam anlamıyla evrensel bir iletişim dili ya da lingua franca olamamıştır. Osmanlı, bölgesel ve dilsel çeşitliliği koruyarak yönetimde esneklik sağlamayı yeğlemiş ve bu nedenle Türkçenin lingua franca olmasını önemsememiştir. Eğer bu yönde bir strateji geliştirilmiş olsaydı, bugün geniş bir coğrafyada 950 milyon insan Türkçe konuşuyor olabilirdi