Kızıltoprak İstasyonu’ndan trene biniyorduk. Teyzemle ben bindik, o kalabalıkta tam annem binecekken kapılar kapandı ve tren kalktı.
İşin ilginci teyzemin kol çantası annemin elinde kaldı. Ben küçüktüm, çantam da yoktu param da. Ne yapacağımızı bilemez halde son durak Haydarpaşa İstasyonu’nda trenden indik. Niyetimiz Haydarpaşa’dan vapura binip karşı yakaya geçmekti ama annemle birlikte. Annemi beklesek bir sonraki tren 45 dakika sonraydı. Nereye gidiyorduk bilmem ama hevesimiz de kaçmış niyetimiz de bozulmuştu.
Sene 1960’ların sonu falandı. O zamanlar “atlasın taksiye gelsin” gibi çözümler de yoktu, haberleşmek için cep telefonunu bırak, evlerde sabit telefon bile yoktu. Yapılacak tek şey eve geri dönmekti. On dakika sonra kalkacak bir tren de vardı ama bizim bilet alacak paramız yoktu. Kaçak binsek gideceğimiz mesafe çok kısa olduğundan muhtemelen kontrolöre yakalanmazdık. Ancak o günlerin ahlak anlayışıyla bunu aklımızdan geçirmemiz bile mümkün değildi.
Teyzem elimden çekiştirerek Haydarpaşa binasının görkemli salonunu kararlı bir yürüyüşle aşarak bilet gişesine ulaştı ve elinden alyansı çıkararak biletçinin önüne ittirdi. Hiçbir açıklama yapmadan “Bu sizde kalsın, bize iki bilet verin, parayı getirdiğimde geri verirsiniz” dedi. Biletçi hakarete uğramış gibi ayağa fırladı ve yüzüğü teyzeme geri ittirdi. “Lütfen yüzüğünüzü alınız hanımefendi. Ne zaman bu tarafa gelirseniz o zaman ödersiniz” diyerek iki bilet uzattı.
Teyzem çok sevdiği eşini erken yaşta trafik kazasında kaybetmiş, bir daha evlenmemiş ve alyansını da elinden hiç çıkarmamıştı. Biletçinin o nazik davranışı ile kasılmış yüzündeki gevşemeyi gördüm, sanırım biletçi de görmüştür. O günlerin değer yargıları bugünkünden epeyce farklıydı…
Bugün bir oyuncak tren sergisi gezdim. Oyuncak sözün gelişi. Amerika’nın gerçek trenlerinin bire bir küçültülmüşlerinden bir seri. Florida’nın “Plantation” kasabasının minik bir tarih müzesinde kurulan geçici bir sergi bu. Florida’nın trenli geçmişini fikir babaları ve emek verenleriyle birlikte göstermeyi amaçlamışlar ama duvarlardaki bu eyaletin tren yolu girişimcilerinin hikayeleri işin aksesuarı gibi kalmış maketlerin çekiciliği yüzünden…
Salonun ortasında pek çok farklı tren maketi dolanıp duruyor. Sergi sırf tren, raylar ve istasyonlardan ibaret değil. Trenlerin dolandığı yerlerin de maketleri var. Hem de ne ayrıntılarla. O günlerdekinin tıpa tıp aynısı Mc Donald dükkanından tutun da yol kenarında otlayan hayvanlara kadar bütün ayrıntılarıyla.
Her bir tren çemberinin içinde de bazı adamlar oturuyor. Hemen hepsi yetmişin üstünde olan bu adamların birbirleriyle sohbete dalmış olmaları yadırgatıcı çünkü varlık sebepleri çoluk çocuk maketlere zarar vermesin diye göz kulak olmak. Sanmıştım, yanılmışım.
Çemberlerden birinin ortasındaki bir adam “buradaki her şeyi ben kendi evimden getirdim” diye laf attı. Çok şaşırdığımı görünce de anlatmayı sürdürürdü. Etrafında dolaşan meşhur “Amtrac” treninin avucundaki kumandasını gösterdi. Durdurma, düdük öttürme, buhar boşaltma, iç ışıklarını yakıp söndürme gibi işlevleri uzaktan kumandanın tuşları ile nasıl hallettiğini uygulamalı gösterirken trenin hızını bile ayarlayabildiğini ekrandaki sayılar ile gösterdi. Övünerek şov yaptı.
Övünmekte bence haklıydı. Mesela o trende tam 50 yolcu varmış ve orijinal treni sökerek içine insan modellerini tek tek kendisi yerleştirmiş. O söyledikten sonra dikkatle baktım, gerçekten normal bir trende insan dağılımı nasılsa öyleydi kompartmanlardaki insanların pozisyonları. Sonra modelinin tren dışı parçalarını anlattı. Mesela o tarihlere uygun biçimde üretilen bir evin önündeki gene o zamana uygun bir otomobili kumanda ile çalıştırdı. Araba manevra yaparak evin garajına girdi ve garajın kapısı otomatik olarak kapandı. İşyeri gibi görünen başka bir binanın kumandası ile sadece önünki arabayı değil kaldırımda kay-kay kayan kızları da çalıştırdı vb.
En az onunki kadar donanımlı diğer tren ve yollarının öykülerini diğer adamlar anlatmadıysa da niye orada olduklarını sayesinde anlamış oldum. Hepsi kendi trenlerini alıp gelmişlerdi bu sergiye ve her birinin tarih bilgisi ve yaratıcılığı oranında zengindi trenlerinin geçtiği mekanlar da. Gerçekten etkileyici bir sergiydi.
Bugünkü sergi bana pek de fazla olmayan tren anılarımı hatırlattıysa da asıl Oktay Bey’i hatırlattı. Teyzeminki gibi Oktay Bey’li anılarım da altmışlı belki de yetmişli yıllara ait. Bir İstanbul beyefendisi olan Oktay Bey çok da ileri olmayan yaşında inme geçirdi. İnme iyileşti ama Oktay Bey çocuklaştı. Evden çıkmaz oldu. Koca bir odayı tren rayları ve oyuncak trenlerle donattı. Günlerini onlarla oynamakla geçirir oldu. Bu durumu garipsenir olduysa da o değişmedi, ömrünün kalanını trenleriyle doldurdu.
Amerika’ya göçtüğümden beri hiç görmediysem 5 tane buna benzer benzemez maket tren sergisi görmüşümdür müzelerde. Maket araba meraklısı gibi maket tren meraklısı da çok çünkü. Ancak maket araba koleksiyonu yapanlardan çok farklı tren toplayıcıları. Çünkü onları sadece satın alıp biriktirmiyorlar, çalıştırıyor, düzenli bakımını yapıyor ve geliştiriyorlar. Bunun için de akıllara ziyan paralar harcıyorlar. Beleşe koleksiyonculuk olmaz zaten ama bu adamlar hem çok para harcıyorlar hem de çok zaman ve emek. (Nedense hiç kadın yok aralarında)
Bugün gördüğüm maket tren sahibi adamlar kendilerinden ve eserlerinden öylesine emin ve gururluydular ki seyirciler umurlarında bile değildi. Çocuk gözüyle hafızama kazınana bakılırsa Oktay Bey’in trenlerinin de onlarınkinden aşağı kalır yanı yoktu. Oktay Bey yurt dışına gidip gelen biri değildi. Özal öncesi dönemin kapalı gümrük koşullarında, yabancı ülke üretimi maket trenleri nereden bulup satın alırdı, nasıl çalıştırırdı, rayların etrafındaki mekanları nasıl düzenlerdi bilmem. Ancak şimdiki aklımla biliyorum ki trenlerle oynamak öyle basit bir şey değil. Yaratıcılık ve teknik bilgi gerektiren bayağı bir aktivite. Muhtemelen Oktay Bey inme öncesinden bu hobiye sahipti, inme yüzünden hayatın yükümlüklerinden de muaf kalınca hobisine sarılarak hayata tutunmuştu. Bugün gördüğüm adamlardan farkıysa seyircilerinin farkıydı. Destekleyen veya yargılayan seyirciler…
Seyirciler oyunları da oyuncuları da yargılarlar. Peki seyircileri kim yargılasın?
Sanırım zamandan ve mekândan (ve de ekonomik statüden) azade değil hiçbir insan yargısı…
Ruhat teyzeme, Oktay amcaya ve o Haydarpaşa biletçisi başta olmak üzere bütün demiryolculara epeyce gecikmiş takdir ve saygılarımla…