İsmail Boy
Yabancı bir iş insanı için en sıkıcı şeylerden biri, iş yapmak için gittiği ülkede aniden karşılaştığı birkaç günlük resmi bayram tatillerdir. O ülke turizm açısından da pek cazip bir yer değil ise hayat iyice sıkıcı olur, işte Trablus’ta böyle bir durum ile karşı karşıya kalmıştım. Libya’ya yaptığımız ihracatın parası 6 aydır ödenmeyince ikinci kez geldiğim Trablus’ta resmi bayram nedeniyle iki günüm boş geçecekti.
Tatilin ilk günü Libya’da inşaat yapan müteahhit bir arkadaşımın daveti ile Trablus’un 70 kilometre batısında yer alan, tarihi tiyatro kalıntılarının bulunduğu antik şehri Sabratha bölgesine gittik. Burası M.Ö. 500 yıllarında antik Yunanlılar tarafından kurulmuş, Afrika’ya açılan önemli bir ticaret limanıymış.
M.Ö. 1. yüzyılda kuzey Afrika’yı ele geçiren Roma İmparatorluğu Sabratha’yı da kendi topraklarına katmış ve şehir yeniden inşa edilerek daha da büyütülmüş. Ancak M.S. IV. yüzyılda yaşanan depremler nedeniyle şehirde büyük yıkımlar olmuş. 8. yüzyıldan itibaren ise uzun bir süre Magriplilerin kontrolünde kalan bölge daha sonra da Osmanlı idaresine geçmiş.
1. Dünya Savaşından önce İtalya ve Fransa Kuzey Afrika’yı paylaştığında Cezayir, Fas ve Tunus Fransızların, Libya ise İtalyanların kontrolünde kalmış, 1921 yılında İtalyan ve İngiliz arkeologlar başlattıkları kazılar ile bölgedeki ünlü 3 katlı antik Sabratha Tiyatrosu’nu ve şehrin bazı kalıntılarını ortaya çıkarmış.
Tatilin ikinci günü kahvaltı sonrası elimde bir kitap ile lobiye inip bir pencere yanına oturdum, hem romanımı okuyor hem de yoldan geçenlere bakıyordum. Bir ara dışarıda bir gürültü duydum, caddede kaza yapan iki araç vardı, otelin önündeki trafik lambalarının önünde kırmızı ışık yanarken duran bir araca başka bir sürücü arkadan vurmuş, şoförler onun kavgasını yapıyordu. Resepsiyon görevlisi ile olay yerine gittik, meğer kırmızı ışık yanınca duran aracın şoförü yabancıymış, arkadan vuran Libyalı şoför kırmızıda duran yabancıya “Pis herif, sen bu memlekete gelmeseydin bu kaza olmayacaktı, defol git buradan” diye bağırıp duruyordu, Libyalıların farklı bir düşünce tarzları vardı.
Dışarı çıkmışken Trablus’u biraz dolaşmak istedim, vitrinleri tozlu ve boş bazı küçük dükkanlar, dükkanların önlerindeki tezgahlarda asılı koyun etleri ile onların etrafında uçuşan sinekler, kara çarşaflı ama yüzlerinin görünen kısımlarında mavi-siyah mürekkeplerle çeşitli semboller çizilmiş yaşlı kadınlar ve koyu yeşil renkli üniformaları ile askeri öğrenci izlenimi veren genç kızlar dikkatimi çekti.
Sokaklarda gençler yok denecek kadar azdı, yaşlı erkekler ise restoran veya kahvelerin önlerinde topluca oturmuş ya nargile içiyor ya da masaların üzerinde duran ve içine küçük bir teyp monte edilmiş vantilatörün üflediği hava ile bir taraftan serinlemeye çalışıp, diğer taraftan da dakikalar süren “Yalelli” makamında Arapça şarkılar dinliyordu.
Sahile doğru yürüdüm, geniş bir meydan çıktı karşıma, bizim Taksim meydanı büyüklüğünde düz ve boş bir alanı yeşil renge boyayıp “Yeşil Meydan” adını vermişler, burasının sanki gizli bir sınırı varmış gibi araçlar boyalı bölgeye girmemeye özen gösteriyor, etrafından dolaşarak geçiyordu, belki de araçların girmesi yasaktı.
Yeşil, Libya için çok önemli bir renktir… Kaddafi 11 Kasım 1977’de Mısır lideri Enver Sedat’ın İsrail ile anlaşmasına tepki olarak eski Libya bayrağını kaldırıp yerine düz yeşil bir kumaş kullanmıştı (Kaddafi’nin ölümü ve Arap baharından sonra Libya tekrar eski bayrağına kavuştu).
Kaddafi kendi yazmış olduğu, ekonomik, sosyal ve politik manifestosunu içeren kitabına da “Yeşil Kitap” adını vermiş ve Libya’daki tüm okullarda bu kitabın okunmasını mecburi kılmıştı.
Yürürken caddelerden birinde açık bir dükkan ve içindeki insan kalabalığı dikkatimi çekti, ithal spor ayakkabılar satılıyordu, fiyatları da inanılmaz ucuzdu. Mağazaya girdim kalabalık arasına karışıp satıcıya raftaki bir ayakkabıyı gösterip avuç içime de parmağımla 41 rakamı yazdım. Adam kutuyu uzattı, ayakkabılardan tekini denedim, biraz küçük geldi, kutuyu satıcıya geri uzatıp 42 numarayı işaret ettim. Satıcı kutuyu elimden hiddetle çekip aldı, kalabalık arasından kendisine seslenen başka bir müşteriye uzattı. Ayakkabıyı alan adam ayağında bile denemeden parayı ödemek için kasaya koştu, satıcı da bana dönüp, “Barra, Barra….” yani “Defol, Defol..” diye bağırarak mağazadan kovdu.
Şaşkınlık içinde otele gerisin geri dönerken, bir an önce işlerimi halledip memleketime dönebilmek için Tanrı’ya yalvardım.
Acaba Tanrı dualarımı kabul edecek miydi?
Devam edecek…