Cuma, 27 Haz 2025
  • My Feed
  • My Interests
  • My Saves
  • History
  • Blog
Subscribe
Medya Günlüğü
  • Ana Sayfa
  • Yazarlar
  • Hakkımızda
  • İletişim
  • 🔥
  • MG Özel
  • Günlük
  • Serbest Kürsü
  • Köşe Yazıları
  • Beyaz Önlük
  • Mentor
Font ResizerAa
Medya GünlüğüMedya Günlüğü
  • MG Özel
  • Günlük
  • Serbest Kürsü
  • Köşe Yazıları
  • Beyaz Önlük
  • Mentor
Ara
  • Anasayfa
  • Yazarlar
  • Hakkımızda
  • İletişim
Bizi takip edin
© 2025 Medya Günlüğü. Her Hakkı Saklıdır.
Webmaster : Turan Mustak.
Köşe Yazıları

Tanıdım seni usta

Osman Akdemir
Son güncelleme: 27 Şubat 2023 00:00
Osman Akdemir
Paylaş
Paylaş

Tanıdım seni Kânî usta. Vallahi sensin. Benzetmişimdir dedim, kırk yıl geçti üzerinden dedim, tereddüt ettim ama on sıra falan önümde, karşı sırada cam kenarında derli toplu, yanındaki kadın yolcuya değirmemek için omuzlarını hafifçe daraltarak oturan sensin.

İyiden iyiye ağarmış, biraz da seyrelmiş saçlarına, arkandan, solundan görebildiğim kırışmış, sanki solmuş yüzüne rağmen uçuş görevlisi kibarca eğilip omzuna hafifçe dokunarak bir şeyler söylediğinde, teşekkür ederim dercesine gülümsediğinde tanıyıverdim seni; ben de gülümsedim oturduğum yerde. Ben elliyi çoktan aştığıma göre sen de yetmişe varmış, belki aşmış olmalısın hey gidinin külhanbeyi ustası, çocukluğumun bıçkın delikanlısı.

Soluna, arkana baksan, göz göze gelsek sen beni tanır mısın, gözün bir yerden ısırır mı acaba? Bilmem; ama merak ettim şimdi, hâlâ öyle dimdik, omuzlarını, pazılarını göstere göstere, hızlı hızlı yürüyor musun diye. Takip ederim, hatta yakalarım seni çıkışta ben. Vay be! Senin babama ağabey dediğin, benim seni ağabey bildiğim yıllardan siyah-beyaz görüntülerin, daktilo ve motor seslerinin, motor yağı, kauçuk kokularının şıkça paketlendiği anıları şu yılbaşı sepetleri gibi kapıma bırakıverdi birileri şimdi, sanki.

Hakikaten böyle oluyormuş bu yaşlarda ustam. İnsan geçmişim dediği giderek uzayan filmin hangi sahnesine baksa farklı bir hayata, kendisi rolüne bürünse de farklı bir kişiye bakar gibi oluyormuş meğer. Şimdilerde şehrin hangi kalabalık muhitine, caddesine gitsem bir önceki gidişimde gördüğüm dükkânların, restoranların, tabelaların bir bölümünü göremiyor, yenilerine rastlıyorum onların yerine. Laf aramızda; bugünün şehirleri bana saçını bir öyle bir böyle yaptıran, bir sarıya bir kestaneye bir kahverengiye boyayan, kendini bir türlü beğenemeyen, sevemeyen bunalımlı, asabi tipler gibi geliyorlar. Oysa çocukluğumdan gençliğime uzanan o yıllar boyunca aynı görkemli, yaşlı binaların, aynı gazete büfesinin, tostçu amcanın, aynı kırtasiyecinin, halıcı mağazasının, eczanenin, küçük çilingir dükkânının önünden yürüyerek ulaşırdık mağazaya. Hani şu senin babamın sana emanet ettiği Alman malı yeşil minibüsü sabahları arka sokağa park edip geldiğin mağazaya.

Mağaza…

İki ortak kardeşin çocukları olan bizlerin belki de ilk öğrendiği sözcüklerden olmuştu “mağaza”. Babalarımız mağazaya gider, mağazadan döner, henüz mağazada olur, mağazadan arar, aranır, mağazayı açar, kapatırlardı her gün. Genişçe olsa da mütevazı, asma katlı, iç tarafında küçük bir atölye bulunan mağazada babalarımızla akran, birisi motor ustası diğeri masa başı elemanı olan iki mağaza çalışanı amcamızın ellerinde büyüdük, bilhassa biraderle ben. Uzun yıllar beraber çalışan babam, amcam ve bu iki amca dörtlüsü daima resmi, beyli sizli bizli, seslerin asla yükselmediği, hatta pek de fazla konuşmaya ihtiyaç duyulmayan diyaloglarıyla gençliklerinden emekliliklerine dek üyeleri değişmemiş bir küçük orkestra gibiydiler. Sen de pek bir fiyakalı olsan da uyardın onlara ustam. Senin için “pek zeki bir delikanlı ama kurnazdır, kaytarır arada” derdi babam; ruhları şâd, mekanları cennet olsun dördü de bu dünyadan göçüp gittiklerinde daha altmışlarında olan büyüklerin.

Çoluk çocuğa karışmışsındır; hatta torunların vardır belki de. Hangi istasyonlarda durdun, kalktın, nerelerde hızlandın, yavaşladın, nerelerde bozuk, eğri büğrü raylara denk geldin, bilmem ustam ama ben çocukluğumun, gençliğimin ilk yıllarının derdi tasayı benden uzak tutan aile kucağından, koşulsuz sevgilerden, bir ucundan diğer ucuna bıkmadan, sıkılmadan yürüyüp durduğum cennet şehrimden bir çıktım, pir çıktım. Boyum seni bile bir parmak aştı ha! Pek görkemli görüldüğümden hipodromda insanların altılı ganyanı hemen üzerine oynadıkları, yarışın ise ortalarında kesilip geride bırakılan, hayal kırıklığına uğratan bir at gibi yaşadım. Pek cesur başlangıçlarım oldu; o şehir bu şehir taşınıp durdum memlekette.

Hatta o ülke bu ülke gezdim durdum bir aralar. Hatırlamazsın şimdi sen: Araba kullanmayı babamdan, o gencecik yaşta kaybettiğim, hâlâ rüyalarımda ölmediğini görüp yasına uyandığım dayımdan, bir de senden öğrenmiştim ben. Tereddüt etmeden kontağı açtım hep ustam; arabayı çalıştırdım, sürdüm tereddüt etmeden. Neyle karşılaşacağımı bilmemenin cahil cesaretiyle uzak ufuklara, uzak aşklara, köylere, kentlere, sağlık ocaklarına, hastanelere, sınıflara, amfilere, kürsülere, yarım yamalak evliliklere, ekranlara, köşelere sürdüm, sürdüm. Yoruldukça durdum, dinlendim, uyudum, rüyalar gördüm. Sonra uyandım, hayaller kurdum, bastım gaza yeniden. Okudum, konuştum, yazdım. Artık altmışıma merdiven dayadığımda anladım ki hayat o günlerde mağazada birlikte taburelere oturup, ellerimizde makaslarla çapaklarını temizlediğimiz siyah kauçuktan mamul kaplin lastikleri gibiymiş. Presten ilk çıktığında bol çapaklı, ancak sağından solundan, üstünden, atından, köşelerinden küçük, sabırlı makas darbeleriyle kesilip temizlendikten sonra işe yarar hale gelen, raflara dizdiğimiz o kaplin lastikleri, hayat…

İnsana anaları, babaları, sevgilileri, eşleri, akrabaları, öğretmenleri, arkadaşları, dostları, komşuları lütfetmiş ama, laf aramızda, kendisini öğretme işini aslında daima kendi üzerine almış hazret-i hayat. Hastanelerde öğretmiş, yoğun bakımlarda öğretmiş, mahkeme koridorlarında öğretmiş, mezarlıklarda öğretmiş, sevinçleri, hüzünleri, yasları, hayal kırıklıklarını depremde yerle bir olan kentlerin yıkıntılarına, sabrı taşmış yüz binlerin toplanıp kenetlendiği meydanlara, salgınlarda kepenk kapatmış, suspus olmuş şehirlere hiç üşenmeden götüre getire öğretmiş hayat; belletmiş kendisini. Biliyor musun ustam?

Yeşermiş ağaçların gölgelerinde ebediyen istirahat edenleri ziyaret ettiğim o güneşli pazar sabahında rastlayıp selamünaleyküm dede dediğim yaşlı, sakallı amcanın aleykümselam demeden dönüp verdiği cevabı hep hatırladım: Evladım demişti, Allah bana kendi başıma tuvalete gidip gelebileceğim kadar ömür versin. Âmin dedem, âmin! Ben hakikati yaşlıların yüzünde, sözünde okumayı çoktan öğrendim ne de olsa; âmin.

Hiç şüphem yok: Sen de benim gibi kırk yıl önce aklımıza, hayalimize gelmeyecek manzaralara şu yaşında şahit oldukça bir hayal kırıklığından diğerine savrulup duruyorsundur. Bilemezdik ki ustam, bilemezdik. Şehirler büyüdükçe hırstan, bencillikten, korkulardan, kaygılardan örülmüş tek kişilik kafeslerin ellerimizde “akıllı” telefonlarla bizleri sımsıkı hapsedecek kadar küçüldükçe küçüleceğini bilemezdik. Aklımıza kırk türlü kuşku düşmeden bir pazar günü seçim sandığına gidemeyeceğimizi, piyango bileti bile almak istemeyeceğimizi, sabahları keyifle üç beş köşe yazısı okumanın içimizden gelmeyeceğini, kalabalık bir troleybüste birileri duyar da şikayet eder mi demeden iki arkadaş siyaset muhabbeti yapamayacağımızı, çocuğu “iyi” bir okula, hastayı “iyi” bir hastaneye götürelim diye gece gündüz para peşinde koşmak zorunda olacağımızı, kaba saba, her şeyi bildiğini sanan ceketli, kravatlı ama çapsız insanları görmekten usanıp televizyonlara küseceğimizi, yalanların, hakaretlerin bombardımanında kendimize sığınaklar arayacağımızı bilemezdik ustam. Eh, biraz da böyle hayat. Neyi tahmin etsen, iyimser de olsan karamsar da olsan, neyi planlasan daima başka, farklı bir şeyler olmuyor mu sana da?

İçimden konuşup dururken yalnızlığımın zorlu yolunda sana rastlamış oldum ben şimdi Kânî usta. Hey gidinin külhanbeyi ustası, çocukluğumun bıçkın delikanlısı. Bak, kemer ikaz ışıkları yandı bile. Kaptan bildik cümleleri anons ediyor. Uçuş görevlisi uyuyakalan yolcuları omuzlarına kibarca dokunarak uyandırır şimdi. Ben de seni çıkışta yakalayayım; halini, hatırını sorayım bir. Sonra bir kahve içer miyiz müsaitsen, acilen gideceğin bir yer yoksa eğer?

Bu yazıyı paylaşın
Facebook Email Bağlantıyı Kopyala Print
YazanOsman Akdemir
Takip et:
Tıp doktoru; kardiyoloji profesörü. Yazmış olduğu dört kitap bölümü ve uluslararası & ulusal dergilerde yayınlanmış çok sayıda araştırması bulunuyor. 2015 yılından bu yana Medya Günlüğü'ndeki Beyaz Önlük köşesinde koruyucu kalp & damar sağlığıyla ilgili makalelerinin yanı sıra, Dikiz Aynası köşesinde tarihle tıbbın kesiştiği geçmişten öyküleri ve mektupları yayınlanıyor.
Önceki Makale Ferhan Şensoy ve ‘Varsayalım İsmail’
Sonraki Makale Rusya’da garip bir dava

Medya Günlüğü
bağımsız medya eleştiri ve fikir sitesi!

Medya Günlüğü, Türkiye'nin gündemini dakika dakika izleyen bir haber sitesinden çok medya eleştirisine ve fikir yazılarına öncelik veren bir sitedir.
Medya Günlüğü, bağımsızlığını göstermek amacıyla reklam almama kararını kuruluşundan bu yana ödünsüz uyguluyor.
FacebookBeğen
XTakip et
InstagramTakip et
BlueskyTakip et

Bunları da beğenebilirsiniz...

Köşe Yazıları

İran’da kadınlar, savaş ve rejim

İsmail Boy
25 Haziran 2025
Köşe Yazıları

İran’da sol nasıl kaybetti?

Ulaş Başar Gezgin
24 Haziran 2025
Köşe Yazıları

Sakız’daki gizemli Türk yatı

Cenk Başlamış
22 Haziran 2025
Köşe Yazıları

Libya’nın doğusundan sürpriz çıkış

Aydın Sezer
21 Haziran 2025
Medya Günlüğü
Facebook X-twitter Instagram Cloud

Hakkımızda

Medya Günlüğü: Medya eleştirisine odaklanan, özel habere ve söyleşilere önem veren, medyanın ve gazetecilerin sorunlarını ve geleceğini tartışmak isteyenlere kapısı açık, kâr amacı taşımayan bir site.

Kategoriler
  • MG Özel
  • Günlük
  • Köşe Yazıları
  • Serbest Kürsü
  • Beyaz Önlük
Gerekli Linkler
  • İletişim
  • Hakkımızda
  • Telif Hakkı
  • Gizlilik Sözleşmesi

© 2025 Medya Günlüğü.
Her Hakkı Saklıdır.
Webmaster : Turan Mustak

Welcome Back!

Sign in to your account

Username or Email Address
Password

Lost your password?