Mehmet Doğan***
Yıl 1969. Ben yeni doğmuşum, ablam dört yaşında. Babam Devlet Su İşleri’nde mühendis, maaşı 900 lira.
Annem evde, iki çocukla ilgileniyor. Ne zenginler ne yoksul; tutumlu, kendi yağında kavrulan bir aile. Ablam bir gece yataktan düşüyor ve o kazadan sonra gözlerinde kayma başlıyor. Doktorlar ameliyatla düzelebileceğini söylüyor ama kimse kesin konuşamıyor. O sıralarda Amerika’dan Türkiye’ye gelen bir göz profesörü, Meral Hanım, muayene ediyor ve “Bir yıl sabırla tedavi edilirse tamamen düzelebilir” diyor.
Tedavi umut verici ama pahalı: ayda 900 lira, babamın tüm maaşı. Birikmiş parayla birkaç ay idare ediyorlar, sonra hesaplar tükeniyor. O noktada annem karar veriyor: “Ben çalışacağım Oktay.”
Kadınların çalışmasına sıcak bakılmayan dönemler.
Öğretmenlik sınavına giriyor, kazanıyor. Zor bir dönem başlıyor; borçla, sabırla geçen bir yıl. Ama sonunda ablamın gözleri düzeliyor.
Annemin tayini Kızılcahamam’ın Dutözü köyüne çıkıyor. Yıl 1971. Ben iki yaşındayım, annemle birlikte gidiyoruz. Köyde tek sınıf var, birinci sınıftan beşinciye kadar bütün çocuklar aynı odada okuyor. Sabah sobayı yakmak, sınıfı temizlemek, derse girmek hepsi annemin işi.
Akşam olunca gaz lambasıyla ders hazırlıyor, çünkü köyde elektrik yok. Babam hafta sonları gelebiliyor, bazen iki hafta gelemiyor. Bir gün elinde çok gelişmiş bir gaz lambasıyla (lüks denen gaz lambalarından olan) geliyor, ışık muazzam ev birden aydınlanıyor. Köyde söylenti yayılıyor:
“Öğretmen Hanım’ın evine nur inmiş.”
Cuma günü babam camiye gidince köylüler yaklaşıyor:
-Öğretmenin evine nur yağıyor.
Babam gülümsüyor:
– “Siz de kızlarınızı okula gönderin, onların evine de nur yağar”
Pazartesi sabahı annem gözlerine inanamıyor; köyün bütün kız çocukları okulun önünde.
O yıllarda öğretmenlerin tayin olması kolay değil. Müfettişin köye gelip rapor yazması gerekiyor. Bir gün bir öğrenci hastalanıyor, annem ve babam çocuğu Kızılcahamam’daki hastaneye götürüyor.
Tesadüf bu ya, tam o gün müfettiş köye geliyor. Okulda öğretmen yok. Köylüler anlatmaya çalışıyor ama müfettişin inanıp inanmadığı belli değil, dönüp gidiyor.
Annem üzülüyor, “Bir yıl daha buradayız artık” diyor. Ama bir ay sonra kader yeniden kapıyı çalıyor; aynı müfettiş tekrar geliyor. Sınıf tertemiz, soba yanıyor, çocuklar dersi ezbere anlatıyor.
Müfettiş her çocuğu tek tek dinliyor, uygulama bahçesindeki domatesleri, biberleri bile inceliyor. O yıllarda köylerde uygulama bahçesi oluşturmak zorunlu. Sonra teşekkür edip gidiyor. İki ay sonra annemin tayini Ankara’ya, Tuzluçayır’a çıkıyor.
Görev belgesini almaya gittiğinde, “Bugüne kadar en yüksek puanlı raporu alan öğretmen siz oldunuz” diyorlar. Raporda şu cümle yazıyor:
“Tüm tutum ve davranışlarıyla takdire şayan bir öğretmen.”
Annem heyecandan müfettişin adını bile sormamış. Adını köylülerden öğrenmiş.
Raporu yazan müfettişin adı: Cemil Gezmiş. Deniz Gezmiş’in babası.
Annem, “Cemil Bey’in binbir eziyete katlanarak tekrar gelmesi kaderdi. Gelmeseydi bir yıl daha ayrı kalacaktık” diyor.
Evet bu Cumhuriyet o babanın evladını astı.
Türkiye Cumhuriyeti böyledir, çokça karanlık, çokça ışık…
Bu topraklarda hem idam sehpasının gölgesi vardır hem bir gaz lambasının altında köy çocuklarına okuma yazma öğreten bir öğretmenin ışığı.
İşte o yüzden Türkiye sevilmesi en zor ama sevilmeyi en çok hak eden Cumhuriyettir.
Ve bu ve benzeri hikayelerin hepsi Cumhuriyete ve Cumhuriyet sevdalılarına aittir.
Daim olsun. Nicelerine…
Fotoğraf: Tuzluçayır Süleyman Nazif İlkokulu 1972-1973
***
Mehmet Doğan’ın diğer yazılarını okumak için tıklayın
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları:
