Yoğun gündemli süreçler yaşadığımızda söylenir, muhtemelen benzer şeyler duymuşsunuzdur. Mesela, “Bizim ülkemizde bir haftada yaşanan olayları bir Norveçli bir yılda yaşamıyordur.” Bunu bazen bir övünç olarak söyleriz, aynı anda gerçekleşen birçok olayın üstesinden gelebiliyoruz anlamında. Bazen de bir duyarsızlığın, toplumsal ve politik çöküşün altını çizmek amacı ile kullanırız.
Yurt dışına, özellikle Avrupa ülkelerine gittiğinizde görürsünüz büyük şehirlerde bile bir çeşit sükûnet, daha yavaş ve düşük tempolu bir hareketlilik vardır. Biz ise sıra beklerken bile huzursuz oluruz, mesela markette yeni kasa açıldığında diğer kasaların kuyruğundan 100 metre koşusu startı verilmiş gibi bir hareketlenme yaşanır. Trafikte önümüzde araba görmeye dayanamayız, şehirler arası yollarda kazaların başlıca sebeplerinden birisi hatalı sollamadır, o tehlikeyi göze alırız önümüzdekini geçmek için. Geniş bir caddede karşıdan karşıya geçerken arabaların durup durmaması önemli değildir. Aralardan usta bir slalom kayakçısı kıvraklığı ile türlü badireler atlatarak geçeriz karşıya. Eşimle zaman zaman esprisini de yaparız. Aynı yerde bir İsveçli ya da bir Fin sonsuza kadar karşıya geçemeden kalabilir diye. Her İstanbullunun hafızasına kazınmıştır vapurlardaki “İskele verilmeden atlamak yasaktır” uyarısı. Örneğin tüpçü kimi zaman mutfak tüpünü çakmakla kontrol eder taktıktan sonra!
Bir kişi korktuğunda, heyecanlandığında veya duygusal olarak yüklendiğinde, vücut böbreklerin hemen üzerinde bulunan bezler vasıtası ile epinefrin hormonu üretir.
Epinefrin, bir kişi tehlike durumunda ortaya çıkan “savaş ya da kaç” tepkisinden sorumludur.
Bu hormon, vücuttaki hava geçiş yollarının genişlemesini tetikleyerek kaslarının daha yüksek düzeyde oksijen almasını sağlar. Bu ilave oksijen, insanların ya tehlikeyle “savaşmalarını” ya da durumdan “kaçmalarını” sağlar. Epinefrin ayrıca kan damarlarının büzülmesine neden olarak vücudun kanı kalp ve akciğerler de dahil olmak üzere büyük kas gruplarına yönlendirmesine izin verir ve artan kalp hızı, terlemek, azalmış ağrı hissi, artan farkındalık, zihinsel odaklanmanın keskinleşmesi, artan güç gibi sonuçlar yaratır. Tehlikeli veya stresli durum geçtikten sonra epinefrinin etkileri bir saat kadar sürebilir.
Bir kişi stresli veya yoğun bir deneyim yaşadığında, beyindeki amigdala bölümü norepinefrin ve epinefrin hormonlarını serbest bırakır. Norepinefrin patlamaları aşırı mutluluğa veya öforiye (coşku) yol açabilir. 2009 yılında yapılan bir araştırma norepinefrinin bir kişinin bağımlı hale gelmesinde önemli bir faktör olabileceğini öne sürdü. Dolayısı ile bu mutluluk ve coşku patlamalarını tekrar ya da sürekli yaşamak isteyenler, vücutlarının strese tepkisini tetiklemek için yaşamlarında heyecan, tehlike ve çeşitli dramalar yaratabilirler.
Sanırım bu kimyasal olgu toplumsal bazda olduğu gibi daha mikro anlamda ikili ilişkilerde de görülebiliyor Sürekli kavga eden ama bir şekilde mutlu mesut yaşayan çok çift var çevremizde. Belki o kavga ortamının yarattığı heyecanın bağımlısı olarak birbirini besleyen simbiyoz bir yaşam modeli yaratmışlardır kim bilir.
Belli bir miktar stres normaldir ve hayatta kalmak için gereklidir. Çocuklar için de belirli bir miktar stres yeni koşullara uyum sağlamak ve tehlikeli veya sıra dışı durumlarla başa çıkmak için ihtiyaç duydukları becerileri geliştirmelerine yardımcı olarak faydalı olabilir. Çocuklarda strese karşı üç farklı tepki türü olduğu belirtiliyor. Bunlar pozitif, tahammül edilebilir ve toksik. Bu tanımlar stres tepkisinin yoğunluğu ve süresinin bir sonucu olarak meydana gelen kalıcı fizyolojik değişikliklere göre yapılmış. Mesela derse geç kalmak strestir ama toksik yani zehirli stres değildir. Ama insanda, stres yaratan olayların boyutu, sıklığı ve süresi arttığında ve kişinin tahammül edebileceğinin üzerine çıkmaya başlayıp biriktiğinde ruhsal ve fiziki sağlığı tehdit eden toksik stres oluşuyor.
UNICEF’in web sitesinde çocuk stresi ile ilgili olarak bazı uzmanların açıklamaları var. Kısaca göz atarsak şöyle demişler.
Dr. Anna Maria Chiesa, “İhtiyaçları karşılanmayan çocuklar toksik stres adı verilen bir süreçten geçer. Yeni doğmuş bir bebek için açlık hissi, yaşamına yönelik bir tehdit gibidir. Bebek bir şeylerin ters gittiğini hissettiği an ağlamaya başlar. Bebeğin ağlamasının ne anlama geldiğini anlayan, onun ihtiyaçlarını gideren bir yetişkin, bebeğin doyuma ulaşmasını sağlar. Böylece bebeğin stres hormon düzeyi düşer ve bu döngü bu şekilde devam eder’’ diyor.
Dr. Joan Lombardi ise yukarda bahsettiğim ikili ilişkilere değinerek bu olguyu, “Evet, toksik ortamlar çocuklar açısından çok ciddi bir durumdur, stresle dolu bir ortamdır. Ebeveynleri kavga ettiğinde, evde gerginlik olduğunda, yaşadıkları toplum içerisinde şiddete tanık olduklarında bunun farkına varırlar” diye belirtiyor.
Ve son olarak Dr. Jack P. Shonkoff şunları söylüyor:
“Çok zorlu şartlarda yaşayan çocuklar gelişimsel açıdan risk altındadır. Burada elbette arada sırada kötü geçen günlerden bahsetmiyoruz. Olumlu etkileşimin çok az ve sürekli olduğu günler, haftalar, aylar ve yıllardan bahsediyoruz. Gelecek haftayı ya da yarını düşünemeyecek koşullarda, günü atlatma çabası içerisinde ve evde çok düzensiz bir hayat yaşanan durumlarda da toksik stres düzeyinin yüksek olduğunu görüyoruz. Ebeveynler kendi yaşam şartları nedeniyle bunaldıklarında da çocukların stres seviyesi artabilir ve bunun çocuklarını sevip sevmedikleriyle bir ilgisi yoktur.”
Attachment Parenting (bağ odaklı ebeveynlik) grubunun bir sosyal medya paylaşımını görmüştüm bir süre önce. Dr Gabor Mate’in bir açıklamasını paylaşmışlardı. Dr. Mate diyor ki:
“Erken çocukluk döneminden itibaren yüksek düzeyde toksik strese maruz kalmış ve buna alışmış olan insanlar için; stresin olmaması, huzursuzluk, can sıkıntısı ve anlamsızlık hislerine sebep olabilir. Endokrinolog Hans Selye insanların kendi stres hormonları olan adrenalin ve kortizole bağımlı hale gelebileceğini gözlemlemiştir. Bu tür kişiler için stres arzu edilebilir bir hal iken; stresin yokluğu ise kaçınılması gereken bir şeymiş gibi gelir.”
Pandemi günlerinde sıkça lafı geçen “sürü bağışıklığı” diye bir terim var. Merak ediyorum, acaba yarattığımız ve içinde yaşadığımız ortam sonucunda toplum olarak çocukluktan başlayarak stres ya da adrenalin bağımlısı mı oluyoruz? Yani “sürü bağımlılığı” diye bir şey mi var acaba?