Taksisine bindiğim bir şoför hayat pahalığından, ekonomik krizden uzun uzadıya yakındıktan sonra, “Anlamıyorum halkımızın sessizliğini, tepkisizliğini. Bir protesto yürüyüşü dahi yapmaktan kaçınmalarını…” diye dertlendi
Sahi halkımız neden tepkisiz? Neden yakınmanın dışında Anayasa’nın tanıdığı hakları kullanma konusunda isteksiz ?
Bu soruya yanıt alabilme düşüncesiyle dostlara danıştım. Aldığım yanıtlar muhtelif. Üniversiteli bir dostum, “Korkudan…Sokakta itilip kakılmaktan, gazlanmaktan, coplanmaktan… “dedi. Kimi de, “Aman kocamın işine, çocuğumun işine vs. zarar verirsem diye” açıklamasını yaptı ve şöyle devam etti:
“Ne yazık ki, susa susa her şeyi kaybedeceklerinin bilincinde değil çoğu insan… Hep karşısındakinden beklemeye alışmış insanımız…Aslında sivil toplum kuruluşlarının, muhalefetin öncülük etmesi gerekiyor. Ne kadar birlikte hareket edilirse toplumsal muhalefet o kadar başarılı olur diye düşünüyorum. Sadece birkaç yüz kişinin sokağa dökülmesi iktidarı daha da saldırgan yapar, milyonlarca kişi dökülürse ancak, korkarlar ezmeye.”
Bir başka üniversiteli, “Beşiktaş’ta iki gün önce üç partili genç ‘hukuka saygı filan’ gibi bildiri dağıttıkları için tutuklandılar… duydun mu bilmiyorum?” diyerek tepki göstermeye kalkanların başına gelebilecekleri anımsattı.
Emekçi bir dostum da içini şöyle döktü:
“Çünkü hep bana dokunmayan düşman bin yıl yaşasın mantığı var. Halkın bu zayıf yönünü bilenler kullanıyorlar insanları. Sindirilen, korkutulan halk, haklarının ne olduğunu araştırma çabasına girmiyor, demokratik yollarla nasıl protesto edeceğini bilmiyor. İşin özü korkaklık ve bilgisizlik. Tabii bir de ‘benim yerime başkaları öne atılsın, önden yürüsün, sonrasına bakarız’ anlayışta olanlar var maalesef. Sonuç değişmiyor: Mağduriyet yaşama, yokluk, perişanlık. Ah bir birlik olmayı bilsek, güç birliği yapsak neler başarırız neler.”
Darüşşafaka’dan kardeşim Prof. Ulaş Başar Gezgin ise konuya bilimsel açıdan yaklaştı. Gezgin’e göre, insanların isyan dahil olmak üzere siyasal davranışları, ideolojik, ekonomik, psikolojik ve sosyolojik etmenlerden ileri gelir. İdeolojik hareket edenler gibi, varolan iktidardan ya da yerel yönetimden nemalanan ekonomik seçmen türü de söz konusudur. Sosyolojik seçmen ait olduğu gruplar ne yaparsa onu yapar. Arkadaşları sokağa çıkarsa sokağa çıkar. Psikolojik seçmen ise, özdeşleşme gibi psikolojik süreçlerden etkilenir.
İdeolojik seçmende derinleşelim…
Bu seçmen türünün kendini ümmet, ulus, sınıf, toplumsal cinsiyet, birey vb. olarak tanımlaması, onun siyasal davranışını belirler. Konu Anayasa Mahkemesi mi? Ama bu bir ümmet meselesi olmadığından, dikkate bile alınmaz. Böyle bir konuda isyan etmek için öncelikle ulus olmak gerekir.
Konuya insan hakları eksenli bakanların sesi daha az çıkar. Oradaki sorun, Müslümanların öldürülmesidir. Hristiyan öldürülürse elbette bu kadar hareketlenme olmayacaktı.
Yurttaşların tutucu ideolojilere bağlı kalmaları, onların sokağa çıkmamasını büyük oranda açıklar. Bu ideolojiler bir çatışma değil uyum sosyolojisine dayanır. Ne demektir bu? Toplumda uyum norm, çatışma istisnadır. Toplumun bu kadar çok sayıda insandan oluşmasına karşın ayakta kalması bir başarıdır. Çatışma sosyolojisi ise şöyle der: İnsanlık tarihi, sınıfsal çatışmalardan oluşur. İsyan istisna değil normdur. Tarihte her zaman isyanlar olmuştur, olacaktır. Gezi de öngörülememişti. Tarihler bilinmez ama isyan öngörülebilirdir gerçekte…
Gezgin’in konuya bilimsel bakışı bu şekilde. Üzerinde düşünülmesi gereken değerli bir bakış. Farklı bakış açıları da olabilir. Neden paylaşıyorum bu görüşleri yazayım:
31 Mart’ta yerel seçimler var. O tarihten sonra 2028’e kadar seçim yok. Önümüzde kritik bir süreç var. 31 Mart öncesi ve sonrası. Bu süreçte insan davranışları ne yönde gelişecek, nasıl şekillenecek? Bu yazılanlar belki okuyucuya, siyasi partilerin geleceğini görme açısından bir fikir verebilir. Dağın ardını, ufkun ötesini görmesine yardımcı olabilir. Geleceğe yönelik değerlendirmelerine katkı sağlayabilir.
Yirmi yılı aşkın süredir iktidarda olan AKP’nin geleceği açısından konunun özellikle değerlendirilmesi gerekir. Cumhurbaşkanı ve AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan faktörü, önümüzdeki süreci etkileyebilecek önemli bir faktör. Görünen o ki Erdoğan sonrası dönem AKP için sonun başlangıcı olabilir. AKP’ye oy veren tutucu seçmen için Erdoğan’ın varlığı hayati önemde. Bugün için böyle. Peki Erdoğan sonrası dönemde AKP’li seçmen ne yapacak? AKP’ye oy vermeye devam edecek mi, yoksa başka partilere mi yönelecek? Son 30-40 yıllık deneyimlerimize bakılacak olursa Erdoğan’sız AKP’yi, Özal’sız ANAP’ın, Demirel’siz Adalet Partisi’nin akibeti bekliyor olabilir. Bu itibarla geleceğe yönelik stratejilerini belirleyen siyasi aktörlerin bu hususu göz önünde tutarak yol haritalarını çizmeleri gerekir. Bunun hesabını yapan kimi partilerin son dönemdeki çoğu insana ters gelen davranışları bu çerçevede değerlendirilebilir.
Tek adama dayalı partilerin kaçınılmaz kaderi bu. AKP Başkanı bunu bildiginden bu süreci mümkün olabildiğince uzatmak amacıyla Anayasa’yı zorlama, sağlığını riske etme pahasına, torunlarını doyasıya sevememeyi de göze alarak Cumhurbaşkanlığı süresini bir dönem daha uzatma cihetine gitti.
Bu arada ekonomik koşulların giderek kötüye gitmesi vs. sonucu halkta oluşan memnuniyetsizliği frenlemek amacıyla anayasal özgürlükler üzerindeki baskılar yoğunlaştı. Muhalif medya susturulmaya çalışıldı. Yukarıda belirtilen korku düzeni bu politikanın yansımaları.
Bu çerçevede Gezi türü başkaldırıların tekrarlanmaması ve bunu tasarlayanlara gözdağı vermek için yine Anayasa zorlanarak, kamu vicdanı gözardı edilerek kimi insanlar demir parmaklıkların gerisinde tutuldu.
Hatay milletvekili Can Atalay da bu politikanın kurbanlarından biri.