İkinci Dünya Savaşı öncesi bilimsel araştırmalar, bazı istisnalar dışında ağırlıklı olarak laboratuvar ortamında yapılırmış.
Ancak İkinci Dünya Savaşı yaklaşırken bu yöntemin yeterli olmadığı fark edilmiş. Zira bilim adamlarının çalışmalarının muharebe alanına ve savaşın yönetimine uyarlanması, değişik bilim dallarında yapılan çalışmaların birbirleriyle ilişkilendirilmesi ihtiyacını doğurmuş. Ayrıca cephe gerisinde de ülke kaynaklarını en etkin şekilde kullanabilmek yaşamsal önem kazanmış.
Bu entegre çalışmaların ilk başladığı ülke Birleşik Krallık. Disiplinler arası proje çalışmalarının ilki 1937’de radarlarla düşman uçaklarının nasıl belirlenebileceği konusunda olmuş. Bu çalışma radarların görüş mesafesinin artırılması, bunları kullanan personelin eğitimi, Britanya’nın doğu ve güney sahillerine yerleştirilecek radarların en uygun şekilde konumlandırılması, birbirleriyle ağ ilişkisini en iyi nasıl kurabilecekleri konularında yoğunlaşmış. Hava sahasını taramada boşluk bırakmayacak şekilde kurulacak radarları kullanan personelin değişik durumlarda göstereceği tepki, saptanan düşman uçağının nihai hedefi ve saldırıya kadar geçecek zaman gibi konular da bu çalışmanın kapsamındaymış. Bu projede çalışan bilim insanları daha sonra uçaksavar bataryalarının optimal yer seçimi konusu üzerinde de çözümler üretmişler.
Savaş sırasında, laboratuvar dışında uğraşı gerektiren bu disiplinler arası çalışmaları gerçekleştiren ekibe, 1942 yılında ‘Yöneylem Araştırması Grubu’ (operational research group) adı verilmiş. (*) Bu isimle anılan gruplar, Birleşik Krallık’ın kara, deniz ve hava kuvvetlerinin organizasyon şemalarında kalıcı hale gelmiş.
Yöneylem araştırması çalışmaları 1940’tan itibaren Britanyalı bilim adamlarının katkılarıyla ABD Silahlı Kuvvetleri’nin de gündemine girmiş. 1942’de de ‘operations research’ adı altında, ABD’deki ilk yöneylem araştırması çalışmaları “Deniz Kuvvetleri Ordu Donatım Laboratuvarları”nda başlamış.
Britanya’daki ekip, yukarıda değindiğim radarlara yönelik sorunla uğraşmanın yanı sıra, İkinci Dünya Savaşı esnasında pek çok değişik problemi çözmek için de çaba göstermiş ve son derece başarılı olmuş.
Ben 1978-79 yıllarında Sussex Üniversitesi’nde yöneylem araştırması ihtisası yaparken bölüm başkanımız Prof Patrick Rivett idi. 1923 doğumlu olan Rivett, savaş yıllarında, 1943’te Kings College Matematik Bölümü’nü birincilikle bitirmiş ve hemen Britanya Lojistik Bakanlığı’nda çalışmaya başlamış. Bir istatistikçi olarak yöneylem araştırması çalışmalarını yapan grubun en genç üyesi olmuş. Birleşik Krallık Silahlı Kuvvetleri içerisinde o dönemlerde yapılan çalışmaları onun ağızından dinleme şansım bu sayede oldu. Aşağıda bunlardan bazılarını sizlere aktaracağım.
Savaş yıllarında Britanya hemen hemen tüm lojistik desteğini ABD’den sağlamış. Gıda, silah, cephane vb. pek çok yaşamsal ürün ABD’den gemilerle gelirmiş. Almanya ise bu gemileri batırarak Britanya’yı savaşamaz hale getirmeye çalışırmış. Hollanda, Belçika ve Fransa’yı işgal etmiş olan Almanya, Fransa’nın Cherbourg limanına konuşlandırdığı denizaltılarla bu yük gemilerini Atlantik’te batırmaya çalışır, bunda da oldukça başarılı olurmuş.
Kraliyet Hava Kuvvetleri de, Atlantik’e çıkmak için İngiltere’nin güney sahillerinden geçmesi gereken Alman denizaltılarını Plymouth’ta üslenmiş denizaltı avcısı uçaklarla batırmaya çalışırmış. O zamanın teknolojisiyle, savunma ve saldırı durumları dışında, deniz yüzeyinde hareket eden Alman U-boot’ları uzaktan uçakları görür görmez derinlere dalarak vurulma riskini en aza indirirmiş.
Uçaklardan atılan sualtı bombalarının patlama süreleri de, denizaltıların uçakları görmesinden itibaren dalacağı derinliğe göre hesaplanırmış. Ancak, derinlik arttıkça artan su kütlesinin oluşturduğu yüksek basınç nedeniyle patlayıcıların etkilediği alan daralır, başarı oranı oldukça düşük kalırmış. Yöneylem araştırması ekibi bu konuda bir çalışma yapmış ve uçakların patlayıcıları, denizaltıların daha yeni dalmaya başladıklarında atmaları halinde en etkili sonuca ulaşılacağını hesaplamışlar.
O yıllarda gece savaşlarına da yoğun olarak katılan Kraliyet Hava Kuvvetleri’ne ait uçakların gece görünmemeleri için gövdeleri siyaha boyanırmış. Yöneylem araştırması ekibi ise denizaltı muharebesi yapan uçakların beyaza boyanması halinde U-boot’lar tarafından daha zor ve daha geç görüleceğini, bu sayede fazla derine dalmadan vurulabileceklerini öngörmüş. Sualtı patlayıcılarının da 8-10 metre derinlikte infilak edecek şekilde ayarlanmasını tavsiye etmiş. Bu sayede patlayıcıların etki alanının da genişleyeceğini hesaplamışlar.
Konu hava kuvvetlerine iletilmiş ama kabul görmemiş. Tartışma büyümüş ve savaş kabinesinin gündemine girmiş. Churchill başkanlığında toplanan kabine, politikacılara has bir karar almış. Önerinin bir hafta boyunca denenmesi ve ona göre nihai bir karar alınması istenmiş.
Haftada ortalama bir Alman denizaltısı batırabilen Kraliyet Hava Kuvvetleri o hafta beyaza boyanmış uçaklarla saldırılar düzenlemiş ve iki denizaltı batırılmış. Gerek Silahlı Kuvvetler, gerekse kabine başarı oranındaki %100 artışı heyecanla karşılamış ve uygulamaya devam kararı almışlar. Haftalar geçtikçe de kararın doğruluğu iyice ortaya çıkmış, batırılan denizaltı miktarı artmış. İyi bir istatistikçi olan Patrick Rivett bu olayı bize gülerek anlatmış ve “Aslında o ilk hafta iki denizaltı batırılmasının istatistiksel olarak hiçbir anlamı yoktu, tamamen tesadüfiydi. Şans bize yardım etmişti” demişti.
Prof. Rivett’in konvoylar ve denizaltılarla ilgili bir hikayesi daha vardı. Yukarıda değindiğim gibi, ABD’den Britanya’ya lojistik destek sağlayan şileplerin denizaltılardan korunması için konvoylar oluşturulur ve bu konvoyların etrafı savaş gemileriyle çevrilir ve yük gemileri koruma altına alınırmış.
Ancak bu savaş gemilerinin birbirine çok yakın olması ve şileplerin de sıkışık düzende seyretmesi durumunda Alman denizaltıları riske girmeden, uzak bir mesafeden torpillerini yollar, ya savaş gemilerinden ya da şileplerden birine isabet sağlarlarmış.
Tam tersi bir uygulama yapılarak konvoydaki şileplerin arası açılırsa da, denizaltılar konvoyu koruyan savaş gemilerinin arasından suyun altında hareket ederek sızar, şilepleri yakın mesafeden vururlarmış. Konvoy düzeni problemine ek olarak küçük konvoyların mı yoksa büyük konvoyların mı daha az riskli olacağı da tartışma konusuymuş. Birbiriyle ilişkili bu iki sorun da yöneylem araştırması grubunun gündemine gelmiş.
Sonuçta şilepler arası mesafelerin uzun tutulduğu büyük konvoyların daha az risk taşıyacağı hesaplanmış. Bu sayede savaş gemilerinin arasından sızmak zorunda kalan denizaltıların risk almak zorunda kalacakları, ayrıca büyük konvoylar daha fazla savaş gemisi tarafından korunduğundan bir saldırı halinde daha fazla gemiyle savunma yapılabileceği belirlenmiş. Benimsenen konvoy düzeni uygulamaya geçirilince haftalık gemi tonajı kaybı ciddi şekilde düşmüş.
Prof. Rivett’ten dinlediğim son hikaye ise belki de en ilginci. Savaş esnasında her gece Britanya ve ABD hava kuvvetleri ağır bombardıman uçaklarıyla Almanya’yı bombalarmış. Alman kentlerini, sanayi tesislerini, ulaşım hatlarını yerle bir eden bu saldırılara giden uçaklara doğal olarak Almanya kendi avcı uçakları ve uçaksavar bataryalarıyla şiddetle karşı koyarmış. Bu çatışmalar Kraliyet Hava Kuvvetleri’nde büyük uçak zayiatına neden olurmuş.
Uçak kaybını en aza indirgemek isteyen Kraliyet Hava Kuvvetleri bir çalışma başlatmış. Bir hafta boyunca her sabah o geceki bombardımandan dönen uçakların üzerindeki kurşun izleri büyük bir panoda bir uçak çizimi üzerine işlenmiş. Çalışmalar sonunda operasyondan dönen uçakların bazı bölümlerinin çok yara aldığı, bazı bölgelerden ise yara almadığı gözlemlenmiş. Kraliyet Hava Kuvvetleri de çok yara alan bölgelerin zırhla kaplanarak güçlendirilmesini önermiş.
Bu raporu inceleyen yöneylem araştırması grubu ise, bu karara karşı çıkmış ve uçağın asıl güçlendirilmesi gereken bölgelerinin hiç kurşun izi olmayan yerler olduğunu öne sürmüş. Gerekçeleri de, uçak çizimi üzerine işaretlenen yaraların dönebilen uçaklara ait olduğu, dönemeyen uçakların ise işaretlenmeyen bölümlerinden ölümcül yara aldıkları şeklindeymiş.
Bu farklı bakış açısı kısa bir şaşkınlıktan sonra kabul görmüş ve uçaklar panodaki işaretlemelerde kurşun izi olmayan bölgelerde güçlendirilerek zayiat azaltılmış.
ABD literatüründe bu fikrin Columbia Üniversitesi’nde Abraham Wald tarafından gündeme getirildiği anlatılsa bile, olayı bizzat bu çalışmayı yapan grubun bir üyesi olan hocamdan dinlediğimden bana pek inandırıcı gelmiyor.
İkinci Dünya savaşı sona erdikten sonra, 1950’lerin başında yöneylem araştırması çalışmaları endüstrinin de ilgisini çekmeye başlamış. Günümüzde, modern yönetim anlayışına önem veren kuruluşlarda yöneylem araştırması tekniklerinin etkin olarak kullanıldığını görmekteyiz.
Yöneylem araştırması Türkiye’de ilk defa 1969’da Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde Harekat Araştırması adı altında gündeme gelmiştir. Artık endüstri mühendisliğinin bir dalı haline gelen yöneylem araştırması, üniversitelerimizde de öğretilmektedir. İlk olarak 1960’larda ODTÜ’de başlayan yöneylem araştırması dersleri, 1970’lerin başında Boğaziçi Üniversitesi’nde de verilmeye başlanmış, zamanla pek çok üniversitenin endüstri mühendisliği bölümleri vasıtasıyla yaygınlaşmıştır.
Halen, hemen hemen her sektörde, adı konmadan yöneylem araştırması teknikleri kullanılmaktadır. Hatta politikacılarımızın pek ağzından düşmeyen kazan-kazan sözcüğünün kökeni de yöneylem araştırması tekniklerinden biri olan oyun teorisidir. Bu bağlamda oyun teorisine önemli katkıları olan John Nash’in yaşamını anlatan Akıl Oyunları (A Beautiful Mind) filmini izlemeyenlere tavsiye ederim.
(*) Yöneylem: Karmaşık sorunların çözümünde ve incelenmesinde bilimsel ve özellikle matematiksel yöntemlerin uygulanması.
Fotoğraf: A Beautiful Mind filminden.