Onu ilk gördüğümde kafam o kadar allah bulak oldu ki birkaç dakika öncesine kadar bağırıp çağıran ben değilmişim gibi hemen sustum.
Sustum ve yumuşak bir ses tonuyla konuşan adamı dinlemeye, aslında dinlemekten çok incelemeye başladım. Orta boylu, o zamanlar tahminen 45 yaş civarı, hafif göbekli, azalan saçlarını yandan taramış, ince bıyıklı, gözlüklü, sık sık gülümseyen temiz yüzlü bir adamdı. Devlet terbiyesi almış, siyah kolluk takan eski katiplere benziyordu, muhasebeci ya da memur da olabilirdi. Gerçi, garip tanışıklığımızın ilk anlarında adını söylemişti ama benim için o artık “Raif Efendi”di. Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna” kitabındaki Raif Efendi; bana onu çağrıştırmıştı.
Kafamı allak bulan eden sadece “Raif Efendi”in sanki ete kemiğe bürünüp karşıma çıkması değildi, bulunduğumuz ortamla karşımda sakince konuşan beyefendi arasında derin bir tezat vardı. O anda oturduğumuz yer “Raif Efendi”le karşılaşmayı umabileceğim en son yer bile değildi. Bir devlet dairesinde ya da bir şirketin muhasebesinde olsaydık hiç şaşırmazdım ama değildik.
İstanbul’un Anadolu yakasında, 2. Köprü’ye yakın bir araba bakım servisinde şefin odasındaydık.
Hemen ilk anda ilgimi çeken ve gizli bir saygı duymaya başladığım beyefendi görünümlü orta yaşlı adamla aşırı banal bir olay sonucu tanışmıştık.
Önceden randevu alarak gittiğim halde uzun süre bekletilince beynim ısınmış ve araba servisinin ortasında çıngar koparmıştım.
Telaşla beni mi onun odasına götürdüler, yoksa sesleri duyup o mu yanıma geldi hatırlamıyorum ama şimdi karşımda oturuyor, öfkeli müşteriyi sakinleştirmeye çalışıyordu.
O kadar yumuşak bir ses tonuyla, o kadar nazik bir üslupla konuşuyordu ki daha fazla özür dilemek zorunda bırakmamak için yelkenleri suya indirdim.
Daha ilk anda kafamdan ona, romanda çok etkilendiğim “Raif Efendi”nin adını verdim.
O da bilgisayardan arabamın plakasına baktıktan sonra bana adımla ve her seferinde özenle “bey” ekleyerek hitap etmeye başladı.
Olağanüstü sakinliği şimdi bana da geçmişti.
“İsterseniz siz şimdi gidin, uygun olduğunuzda ben arabayı evinizden aldırım” dedi.
Kabul etmedim ama sinirim geçmediği için değil; arabayı, bakımı filan çoktan unutmuştum.
Kurumsal da olsa bir araba servisinin başında böyle bir insanı görmek bana gerçeküstü, gelmişti. Kesinlikle oraya ait değildi.
Odasına girerken, “Bir daha bu servise adımımı atmam” diye söyleniyordum; çıkarken 40 yıllık dost olmuştuk!
Daha sonraki gidişlerimde odasına mutlaka uğrardım, kahve içer, sohbet ederdik.
Ne kadar zaman geçse de, yaptığı işle görünümünü, daha önemlisi kişiliğini bir türlü kafamda oturtamıyordum. Bir sürü şey olabilirdi ama bir araba servisinin şefi olamazdı bu adam…
Serviste neresinden baksanız herhalde en az 50-60 kişi çalışıyordu.
Zamanında bitirilmesi gereken işleri takip etmek için sık sık atölyeye gidiyor, ustalarla konuşuyor, bazen onlar gelip sorular soruyordu; durmadan çözülmesi gereken bir sorun çıkıyordu.
Bu bile başlı başına bir işti ama asıl zorluk müşterilerdi.
Hepsinin ayrı bir talebi, şikayeti, bolca da kaprisi vardı.
İşi çok stresliydi ama sinirleri alınmış gibiydi.
Evet, bu onu tek bir cümlede özetliyordu: Sinirleri alınmış gibiydi.
Bütün sorulara gülümseyen yüzüyle kibarca, içten, sabırla yanıt veriyor, uzun uzun açıklamalar yapıyor, herkesin servisten mutlu ayrılmasını sağlamaya çalışıyordu.
Tanıdığım yıllar içinde iş stresinin yüzüne yansıdığını sadece bir kere gördüm.
Odasında oturmuş kahve içiyorduk, telefonu çaldı.
Arayan bir müşteriydi.
Karşıdaki ne diyordu duyamıyordum ama “Raif Efendi”in ilk kez gerildiğini gördüm.
Yine de nezaketini bozmadan soru yağmuruna tek tek cevap verdi.
Cevaplarına bakılırsa sorular son derece saçmaydı.
Konuşması bittiğinde tam bana yönelmişti ki telefon yeniden çaldı.
Arayan deminki müşteriydi.
Aynı sahne tekrarlandı.
Görüyordum, arka arkaya gelen sorularla boğulmak üzereydi.
Telefonu kapatınca sıkıntılı bir ses tonuyla, “Biliyor musunuz” dedi (samimiyetimize rağmen birbirimize hâlâ “siz” diye hitap ediyorduk) “Aslında birazdan buraya gelecek…”
Randevusu olan müşteri yarım saat sonra gelince sorabileceği, hiçbir aciliyeti olmayan basit hatta aptalca soruları gelmeden, üstelik iki kez telefonla arayarak sormuştu.
Sessiz, sakin, kibar görünümün altında “Raif Bey”in içinde fırtınalar koptuğunu gören herhalde az sayıda kişiden biri olmuştum.
Koca bir servisi çekip çevirdiği yetmiyormuş gibi bitmeyen müşteri kaprislerini yutmak zorundaydı.
Bazen aracımın bir iki gün serviste kalması gerektiğinde, “Sizi arabasız bırakmayalım, bizimkilerden birini verelim” derdi.
Aslında böyle bir zorunluluğu yoktu, ben de iyi niyetini suistimal etmemek için kabul etmezdim.
Hiçbir zaman söylemezdi ama faturada görürdüm, mutlaka indirim yaptırırdı.
Bir seferinde küçük bir hediye götürmüştüm, çok sevinmişti.
Tanışıklığımız bu şekilde 10 yıl kadar sürdü.
Bir gün servise gittimde yoktu.
Sordum, “… Bey emekli oldu” dediler.
Aynı anda hem üzüldüm hem sevindim.
Belki de “Madonna”sını bulmuştu…
Not: Servis görseli temsilidir.