İnsan, varoluşunun en eski dönemlerinden bu yana beklentileriyle biçimlenmiştir.
Mağara insanı için yaşam, doğrudan deneyimlenen bir “şimdi”nin içinde akardı. Açlık, sadece açlıktı; tehlike, sadece tehlikeydi. Hayat, çözülmesi gereken bir bilmece değil, içinden geçilen bir akıştı. Aç kaldığında ava çıkar, doyduğunda huzur bulurdu; yırtıcı bir hayvanla karşılaştığında korku hissi onu kaçmaya ya da savaşmaya yönlendirirdi, tehlike geçtiğinde kaygı da onunla birlikte sönüp giderdi. Ne geçmişin yükü ne de geleceğin endişesi zihnini işgal ederdi.
Oysa modern insan, doğrudan yaşamak yerine sürekli düşünmeye, olasılıklar üretmeye başladı. Artık açlık yalnızca bedenin değil, zihnin de bir açlığına dönüştü; tehlike, dış dünyadan iç dünyaya taşındı. Barınmak, bir mağara bulmaktan çıkıp güvenlik, statü ve kimlik arayışına dönüştü. Artık açlık yalnızca bedenin değil, zihnin de açlığına dönüştü; tehlike, dış dünyadan iç dünyanın karanlık köşelerine taşındı. Barınmak, bir mağara bulmaktan çıkıp güvenlik, statü ve kimlik arayışına dönüştü.
Ateşin yerini teknoloji aldı, fakat insan ateşten vazgeçmedi. Ona karşı bir bağlılık geliştirdi. Çünkü ateş, yalnızca ısı değil, aynı zamanda varoluşun simgesiydi; bugün o ateş ekranların ışığında, makinelerin sesinde yanıyor. İnsan ısınmaktan çok, o ışığın içinde var olmayı ister oldu. Mağara duvarındaki gölgeler büyüdü, biçim değiştirdi; insan artık gerçek tehlikelerle değil, kendi zihninin yarattığı olasılıklarla savaşıyor.
Böylece beklentiler, insanın kaderini yazan görünmez bir el hâline geldi. Tarım Devrimi insanlık tarihinin en büyük dönüm noktalarından biriydi. İnsan, toprağı ekip biçmeyi öğrenerek doğayı kendi hizmetine sunduğunu düşündü, fakat aslında kendisini toprağa bağımlı kıldı. Buğday, arpa, mısır, darı ve patates gibi birkaç bitki türünü evcilleştirerek beslenme sorununu çözdü, ancak bu süreçte özgürlüğünü kaybetti. Ateş, ısı ışık , tarım onu hayatta tutarken, aynı zamanda özgürlüğünden, huzurundan da etti.
Ama bugün beklentilerimiz sınırsız gibi. Artık sadece karnımızı doyurmak yetmiyor; sağlıklı olmak, fit görünmek, sosyal çevrede beğenilmek, işte başarılı olmak, dünyayı anlamak, kendimizi sürekli geliştirmek istiyoruz. Her biri ayrı bir kaygı, ayrı bir yük. Gerçekten ne kadar çok şey istiyoruz! Bir zamanlar ait olma ihtiyacı kabileyle sınırlıydı. Şimdi sosyal medyada, arkadaş gruplarında, iş çevresinde, hatta global topluluklarda onay bekliyoruz. Her “beğeni” bir nefeslik rahatlama, her sessizlik içsel bir sarsıntı… O kadar çok onay istiyoruz ki, çoğu zaman kendimizi kaybediyoruz.
Carl Jung’un dediği gibi, ego sınırlarını aşınca psikolojik enflasyon başlıyor. Kendimizi olduğumuzdan güçlü, akıllı, üstün görmeye başladığımızda gerçeklikle aramızdaki mesafe büyüyor. Jung’un “persona” adını verdiği toplumsal maske, kabul görmek için taktığımız bir rol. Ancak maskeyi fazla taktığımızda, onun içine hapsoluyoruz. Persona büyüdükçe, gerçek benliğimiz küçülüyor. Farkında değiliz.
Belki de insanın tarih boyunca en büyük sorunu bu: sahip olabileceğinden fazla şey istemek. Kaygılarımız, beklentilerimiz, maskelerimiz, bastırılmış gölgelerimiz… Hepsi birden üstümüze çöküyor. Doyumsuzluk modern insanın en yaygın ruh haline dönüşüyor.
Bu durum yalnızca bireylerde değil, toplumlarda ve devletlerde de kendini gösteriyor. Devletler de bireyler gibi, kaynaklarının ötesinde arzulara kapılıyor: daha fazla güç, daha fazla nüfuz, daha fazla prestij. Güvenlik arayışı, çoğu zaman baskıya; istikrar isteği, kontrol tutkusuna dönüşüyor. Tarih boyunca imparatorluklar bu arzunun gölgesinde büyüyüp yıkıldı: Roma’nın doyumsuz genişleme isteği, Osmanlı’nın cihan hâkimiyeti hayali, günümüzde büyük güçlerin enerji ve teknoloji savaşları…
Birleşmiş Milletler gibi platformlarda yaşanan çekişmeler, devletlerin kendi kapasitelerinin ötesinde beklentilerle hareket ettiğini açıkça gösteriyor. “Daha çok kazanmak, daha çok söz sahibi olmak” arzusu, bireyin iç dünyasında yaşadığı tatminsizliğin toplumsal ölçekteki yansımasına dönüşüyor. Böylece devletler de tıpkı insanlar gibi, gücü büyütürken huzuru kaybediyor; güvenliği sağlamak isterken korkularını çoğaltıyor. Farkettiniz mi! Devletler de çok şey istiyor.
İnsan tarih boyunca sınırlı ihtiyaçlarını karşılamaktan, sınırsız arzuların esiri olmaya evrildi. Atalarımız aç kalmamak için toprağa bağlanırken, bugün insanlar tüketime, rekabete ve hırsa bağımlı hale geldi. Daha çok üretmek, daha fazla sahip olmak ve güçlü görünmek arzusu, adaletsizliği, savaşları, sömürüyü ve doğanın tahribini beraberinde getirdi. Mağara insanı için hayatta kalmak temel öncelikken, modern insan sağlık, başarı, sosyal onay ve kendini gerçekleştirme gibi karmaşık beklentiler peşinde koşuyor; her talep ayrı bir kaygı ve yük oluşturuyor.
Sosyal hayat, bireysel psikolojik enflasyonla dolu: maskeler takıyor, bastırılmış gölgelerle yüzleşiyor, ego sınırlarını aşıyor ve doyumsuzluğun içinde kayboluyoruz. Bu bireysel doyumsuzluk, devletler ve topluluklarda da kendini gösteriyor; güç, nüfuz ve prestij arayışı, kapasitenin ötesine geçerek uluslararası dengesizlikler ve çatışmalar yaratıyor.
Tarih boyunca uygarlıklar, arzuların sınırına çarptığında kendi yarattığı düzenin esiri oldu. Gerçek bilgelik, sahip olduklarımızı çoğaltmakta değil, isteklerimizi sınırlayabilmekte yatıyor. İnsan, kendi sınırlarını fark edip kaynaklarıyla uyum içinde hareket ettiğinde hem ruhsal hem toplumsal dengeyi koruyabilir; aksi hâlde ne birey ne de toplum gerçek anlamda tatmin olamaz.
Son olarak, sahip olduklarımızın değil, isteklerimizin sınırlarını bilmek, insanı gerçek özgürlüğe taşır.
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: