António Tenreiro Portekizli bir gezgindir. Hindistan 16.yüzyılda Portekiz İmparatorluğu’nun sömürgesi durumundadır. İmparatorluğun Hindistan genel valisi Duarte Menezes’in 1523 yılında İran Şahı İsmail’e gönderdiği elçilik heyetinde Tenreiro da bulunur. Hatırlamak gerek ki o yıllarda Osmanlı Devleti’nin başında Kanuni Sultan Süleyman bulunmaktadır (taht süresi 1520-1566).
Yazıda altı gezginin anılarına yer vereceğim. Ama tabii ki bu yazıyı uzatmış olacak. Bu yüzden de iki bölümde yayımlanacak.
Portekizlilerin Osmanlı toprakları üzerinden geçerken biriktirerek yazıya döktükleri gözlemler bir kez daha gösteriyor ki ülkemizle ilgili ne var ne yoksa Türkçeye çevrilmeli. Kitap Yayınevi bu konuda muhteşem bir performans gösteriyor. Birçok yazımda onların yayınlarını kaynak olarak kullandım, hiçbir tereddüt göstermeden. O yayınlar olmasaydı yazılarım çok eksik kalırdı.
Tenreiro’nun Osmanlı izlenimleri
Tenreiro’nun amacı Osmanlı Sultanının Hindistan’a bir sefere çıkma niyetinin olup olmadığını ve bunu genel valiye bildirmektir. Yani gizli bir görevi vardır. Ama Tenreiro iyi bir gözlemcidir ve tuttuğu notlar sayesinde o yıllardaki birçok yerin nasıl göründüğü, insanların nasıl yaşadığıyla ilgili bilgilere sahip oluyoruz. Tenreiro’nun bir başka yararı da Osmanlı tapu/tahrir defterlerindeki nüfus rakamlarını kıyaslayabileceğimiz bir kaynak yaratmış olmasıdır.
Tenreiro Bandel Limanı’na (sonra Bender Abbas adını alacak) çıkar ve oradan Lâr kentine ulaşır. Basra Körfezi’ne yakın olan bu kentin dört bin hanesi olduğunu ve Müslüman Lârilerden oluştuğunu belirtir. Daha sonra yoluna, kuzeye doğru devam eder ve Türkmenlerle karşılaşır. Bu Türkmenler İran Şahı’nın ülkesindeki Alevi Türkmenlerdir. Tenreiro onların inançları için ilginç gözlemlerde bulunur.
“Hayatları küçükbaş hayvan ve at yetiştirmekle geçiyor. Beyaz ve sarımsı ırk. Bazıları topuklarına kadar uzanan bol, pamuklu keten elbise giyiyor. Kışın bunların üzerine dikilmiş kuzu ve tilki derileri kullanıyorlar. Kadınları pek güzel, ipekten mükemmel halı dokuyor. Her zaman çadırlarıyla dolaşıyorlar. Gördüğümde sayıları eksik olmasına rağmen her bir grup aşağı yukarı 500 veya 600 çadırdan oluşuyordu. Yetiştirdikleri iyi at ve kısraklarla geziyorlar. Ok, kılıç veya pala ve sağlam kalkanlarla iyi bir donanımları var. Büyük muharebeler dışında mızrak kullanıyorlar. Yaz ve kış, her zaman, iklimi daha iyi olan başka yerlere göçüyorlar. Şahın bütün arazi ve dağlarında bu ırkı gördük. Şah’ın yasalarına, Safevi rejimine bağlılar; yani Muhammed’den ziyade Ali’ye saygı duyuyorlar. Kırmızı başlık takıyorlar. Türkçe konuşuyorlar. Kendilerine kırmızı başlar anlamına gelen Kızılbaş diyorlar. Şunu fark ettim ki, ne İslami yasalara, ne putperest adetlerine, ne de başka bir esasa bağlılar.” (1)
Tenreiro Tebriz’e gidene dek uğradığı her yere hayran kalır. Bu arada yolundan sapıp Hazar Denizi kıyısına da uğrar Erdebil’e gider. Nahcıvanlı Ermeni tüccarla Tebriz’den Kudüs’e ulaşmak üzere yola koyulan gezgin, Erciş, Ahlat, Bitlis’e de uğramıştır. Daha sonra Diyarbakır’a yönelen Tenreiro kentin Osmanlı’nın eline geçmesinden birkaç yıl sonra nasıl göründüğünü betimler.
“Kentin içinde bir yerden gür bir kaynak fışkırıyor ve verimli bir ırmak haline gelerek kenti bir baştan bir başa kat ediyor. Birçok değirmen ve hamam var; bu yörelerde (Portekiz’de) olduğu gibi her türlü meyve ağacının yetiştiği geniş bahçeler bulunuyor.
Kent dört bin hane kadar bir nüfusa sahip; bütün Yakubî ve Nasturî Hıristiyan olup, kimileri de bizim dilimizde Hazreti Meryemi sevenler anlamına gelen, Dustimaria diye bilinen bir inanca sahip. Hepsi beyaz tenli ve Arapça konuşuyor; Türkler ve başka milletten olanlar da var.”
Diyarbakır’da konuşulan dili Arapça olarak saptamış gezgin, benim ilgimi çekti.
Tenreiro Diyarbakır’da kendisiyle birlikte yolculuk eden bir Hıristiyan tarafından bir kervansaraya götürülür, bu sırada yoğun bir yağmur vardır, birkaç gün kalır orada. Burada başına gelen olayları da şöyle anlatır:
“Beni buraya getiren Hristiyan geldiği yere döndü ve ben yalnız kaldım. Farsçayı çok iyi konuşamıyor olmam ve üzerimdeki giysiler nedeniyle, kervansarayda kalan bazı Müslümanlar benim tutuklanmamı istedi. Kimileri durumu, beylerbeyi olan paşaya nakletti, o da hemen yanına götürülmemi emretti. Paşanın çevresinde bir hayli Türk vardı: o bölgeye ait, kadı ve kâtip dedikleri kişiler. Hepsinin önünde bana bir Türk tercüman aracılığıyla açıkça İtalyanca bilip bilmediğimi, kim olduğumu ve nereden geldiğimi sordu. Ben kendisine doğruyu, (Portekiz yönetimindeki) Hindistan valisinin Şah’a gönderdiği bir elçiye refakat ederek geldiğimi, Kudüs’e gitmek istediğimi ve burasının yolumun üstünde bulunduğunu söyledim. Ve ardından bana elçinin orada ne işinin olduğunu, kendisine söylendiği gibi valinin Şah’tan top döküm ustaları ve bazı toplar isteyip istemediğini sordu. Bunun böyle olmadığı, yasalarımıza göre böyle bir şeyin kesinlikle yasaklandığı yanıtını verdim. İki veya üç katip, söylenenlerin tümünü yazdı. Ayrıca, Şah’ın öldüğünü, hükümdarlığa oğlunun getirildiğini söyledim ve sonunda söylediklerime inandılar.”
Tenreiro’ya inanan paşa onu serbest bırakır. Gezgin Diyarbakır’da Müslüman erkeklerin Hıristiyan kadınlarla evlenmiş olduklarını görür ve herkesin kendi dinsel kurallarına göre hareket ettiğini kayda geçirir. Portekizli seyyah Osmanlıların kente ilişkin korkularını da açığa vurur:
“Bu bölge, Kızılbaş korkusu nedeniyle bir hayli endişe ve ihtiyatla yönetilmektedir. Kızılbaşlar İranlıdırlar, kente gıpta ile bakmaktadırlar, zira burası İran’dan daha verimlidir ve ılıman bir iklime sahiptir.”
Tenreiro için zor günler başlıyor
Tenreiro yeniden güvenli bir biçimde yola koyulmak için adam aramaya başlar. Bu beylerbeyine bildirilince yeniden onun karşısına çıkarılır ve aynı sorulara muhatap olur. Sonra da kendisi “çok saygın” diye nitelediği bir Osmanlı yetkilisine teslim edilir ve onun evine götürülür. Ancak işler karışır ve…
“O gece beni ayaklarımdan prangaya vurur gibi zincirlediler; özür dilediler ve çok üzgün olduklarını belirttiler; bunu beylerbeyinin emriyle yaptıklarını söylediler. Öylece birkaç gün geçirdim orada; ve bu arada beylerbeyine haber geldi ki, Sadrazam İbrahim Paşa büyük bir orduyla yakınlardaki Kahire şehrine doğru ilerliyormuş. Beylerbeyi aniden beni alıkoyan Türk’e ve iki hizmetlisine beni alıp İbrahim Paşa’ya götürmelerini emretti. Bu Türkler üzerimdeki paraya ve bazı sikkelere el koydu, onlarla bana bir eyer, bir gem ve birkaç çizme satın aldılar. Hemen benimle yola koyuldular. Buyruk üzerine şehirde aldıkları ulak atlarıyla ve beylerbeyinin Türk’e verdiği, eyalet sınırları içinde geçerli olacak bir yetki belgesiyle. Yolculuğumuz boyunca istenildiği yerde at ve gerekli malzeme rahatça sağlanabilecekti. Ayrıca, sultanın diğer eyaletlerindeki ve sancaklarındaki yetkililere, beylerbeylerine ve sancakbeylerine iletilmek üzere mektuplar aldılar.”
İbrahim Paşa’nın bulunduğu Kahire’ye doğru yola çıkarılan Tenreiro birçok badireden sonra paşaya ulaşır ama yine serbest bırakılmaz. Zaten burada önemli olan kendi başına gelenler değil tuttuğu notlardır. Çeşitli kentleri görebildiği, tanıyabildiği kadarıyla anlatır. Nihayet haftalar sonra serbest bırakılır.
Tenreiro epey kaldığı Kahire’deki bir mahalleyi de anlatır tüm canlılığıyla. Bu arada etnik kimliklere yönelik suçlamaları özgün metinde olduğu için buraya da alıyorum. O döneme ait önyargılar olarak kabul edilmeli tabii ki…
“Bilindiği üzere, şehirde çok sayıdaki silahlı soyguncu sık sık bir araya geliyor ve varlıklı olduğunu bildikleri tacirleri ve Müslümanları herkesin gözü önünde soyuyor, bu işi gece yapıyorlar. Soyguna gittikleri sokakta, aradıkları tacirin ya da Müslümanın evini yüksek sesle bildiriyorlar. Duyduğuma göre, öldürülme korkusuyla hiç kimse evinden dışarı çıkmaya veya pencereye yaklaşmaya cesaret edemiyormuş. Soyguncular eve giriyor, istedikleri her şeyi alıyor ve develerine yükleyip uzaklaşıyor. Adaletin önüne getirilseler de bu işi yapmayı sürdürüyorlar; çünkü Araplar soygunculuğa bir hayli yatkınlar; bu ülkede ve bölgede sonsuz denecek kadar çoklar ve bu iş onlara çok uygun ve kârlı geliyor. Burada bulunduğum süre içinde ün salmış bazı soyguncuların samanla doldurulup atlara yüklenmiş derilerinin şehirde dolaştırıldığını gördüm; yanlarında at üstünde tellallar vardı, adlarını duyuruyor ve halka teşhir ediyorlardı. Soyguncuların yarattığı korku ve endişe yüzünden, gerek sur içinde, gerekse dış mahallelerde yaşayan halkın çoğu geceleri her iki kapıyı da kapatıp çekiliyorlar; çeşitli yerlerde asılı duran kandil ve fenerleri bütün gece yanık kalıyor. Yeniçeri Ağası bütün gece şehri dolaşıyor, soyguncu olduğunu sandığı bir Müslümana rastlarsa hemen cezasını veriyor, ikiye parçalıyor ve halkın görmesi için orada bırakıyor. Bir de el çabukluğu, ustalık ve sihirbazlıkla hırsızlık yapan başka hırsızlar var ki bunlara kendi dillerinde çastri diyorlar ve bizdeki Çingenelere benziyorlar.”
Kadınlar Kahire’de nasıl yaşıyordu?
Teneiro Kahire’deki kadınların yaşamını da gözlemlemiş… Bir Avrupalının Kahire’deki kadınların yaşamını “çok özgür” bulması dikkat çekiyor.
“Bu şehirde kadınlar çok özgürdür, birbirlerini ziyaret etmek istediklerinde bunu yapabiliyorlar; kocaları tarafından hiç yasaklanmıyorlar. Bir geleneğe göre, meydanların çoğunda sırtlarında kırmızı kumaşlı eğerleri, boyunlarında ve göğüslerinde ipek püskülleri, madeni tokalı göğüs kayışları olan iri eşekler ve katırlar bulunuyor. Müslümanlar bunları kadınlara kiralıyor, onlar da böylece istedikleri yere gidebiliyor; üzerlerinde erkekler gibi bacaklarını ayırarak oturuyor, büyük ve beyaz keten bir örtü ile örtünüyorlar. Başlarına kepe benzeyen gümüş bir başlık giyiyorlar, onun da üstüne ince siyah bir tül geçirip çenelerinin altından bağlıyorlar. Gözlerini ve yüzlerini de ince, siyah ipekten bir bezle kapatıyorlar; oradan her şeyi rahatça görebiliyorlar, fakat başkaları onları tanıyamıyor. Ekseriya öyle kalabalık gruplar halinde toplanıyorlar ki, dış mahallelere gitmek için kapılardan geçerken çok sıkışıyorlar, karman çorman oluyorlar, eşekleri önde gidiyor, kendileriyse yere düşünceye kadar havada kalıyorlar; böylece yüzleri dışında her yerleri görünüyor.”
Mestre Afonso ile Güneydoğu Anadolu 1565-1566
Portekizli ikinci gezginimiz Afonso’nun gezisi ise Tenrerio’dan kırk yıl kadar sonra gerçekleşti. Osmanlı İmparatorluğu’nda Kanuni Sultan Süleyman hâlâ (1520-1566) iktidardaydı. O yıllarda Portekizlilerin elinde bulunan Hürmüz’den karayoluyla İran üzerinden Van civarına oradan da Tatvan, Diyarbakır, Birecik yoluyla Suriye’ye geçip Halep-Hama-Trablusşam doğrultusunda giderek Kıbrıs’a geçip, yolculuğunu Girit, Venedik ve Portekiz duraklarıyla tamamlamıştır.
Kendisi bir cerrah olan Afonso meraklı bir insandır ve bu gezisinde de önce Venedikli sonra da bir Ermeni papaz kılığına girerek kendini gizlemiş ve bu yolla güvenli bir yolculuk yapmıştır. Afonso’nun gözlemleri halkların yaşamından, ekonomik duruma, bunun yanı sıra birçok tarihi yapıya ilişkin zengin bilgiler içermektedir. Afonso’nun tüm gezi notları tahmin edileceği gibi buraya sığmayacak kadar ayrıntılıdır. Ben yalnızca o dönemde Osmanlı’nın elinde bulunan yerlerle ilgili gözlemleri aldım.
Afonso’dan bir Urfa anekdotu
“Urfa şehri, çok büyük, Diyarbakır’dan da büyük, antik bir kent; çoğu yeri harap olmuş kulelerle bezenmiş bir surla çevrili. Nemrut tarafından tasarlanıp inşa edilmiş olan şehir, Türkçe’de Karadağ olarak adlandırılan bir dağın kıyısında batıya doğru uzanıyor. Burada Ermeniler ve bir kısım Türkmen yaşıyor,1 çoğu köylü olup Osmanlı sultanının egemenliği altındalar; babası (Yavuz Sultan Selim) zamanında, oraların sahibi olan (Memluk) sultanı Kansu Gûri’den zaptedilmiş. (2)
Şam, Halep ve Malatya’ya kadar uzanan bölgede, sancak beyinden başka her şehir için bir beylerbeylik bulunmuyor; Urfa, Diyarbakır beylerbeyliğine bağlıdır. Bu kentte, Shadrach, Meshach ve Abednego adındaki üç delikanlının içine atıldığı bir fırın var. Kentin bir yakasında da çok güzel, mükemmelen tahkim edilmiş bir kale var. Kentin dışında dağlık tarafa doğru bir memba göze çarpıyor; kısa bir zaman önce bir Ermeni tarafından yapılmış (daha önce orada olmayan) bir duvarla kuşatılmış; içinde geniş bir su çukuru (havuz!) var ve bana söylendiğine göre, Efendimiz İsa burada bir mucize gerçekleştirmiş; ne olduğunu söyleyememelerine karşın, havuz içinde konulan bütün cüzamlıları suyuyla tedavi eden bir güce sahipmiş. Bu yüzden başka yerlerden buraya pek çok insan geliyor; bunlar yurtlarında yaşamalarına izin verilmeyip kovulmuş insanlar ve iyileştiklerinde de şehrin biraz ötesinde, onlar için ayrılmış bir yerde kalıyorlar; çünkü çoğunlukla İran’da bir yerlerde bulunan kendi yurtlarına gitmeye kalkıştıklarında, iyileşmiş olmalarına rağmen, öldürülüyorlar. Bundan dolayı, şehirde hayli kalabalıklar ve merkep yetiştirerek hayatlarını kazanıyorlar. Merkepler öylesine iri ve güzel ki onları cinslerine göre çok paraya, yüz Cruzado’ya veya daha fazlasına satıyorlar.”
Afonso Halep’te…
“Buradan Venedik ve Fransa’ya çok miktarda ipek, baharat, değerli taşlar, dayanıklı kumaş ve daha pek çok mal ihraç ediyorlar, oralardan da kumaş, saten damasko (kumaş), kadife ve çeşitli bölgelere götürülüp satılan başka birçok eşya ile dönüyorlar. Aralarında uyumlu ve adil bir şekilde yaşamalarını sağlayan, Venedik Dukalığı adına çalışan, bağlı oldukları bir konsolos var. Sultan buna izin veriyor, çünkü onlardan hem vergi alarak hem de başka gelirler toplayarak büyük kâr sağlıyor; bu gelirler yılda 200 bin Cruzado’yu aşabiliyor. Yine de Türkler sayısız haksızlıklarla saat başı onları taciz ediyor, bu onların dünyada herkese gösterdikleri geleneksel davranışlarıdır. Türkler gördüğüm en kaba ve terbiyesiz insanlardır. Ceza yoluyla çok para topluyor, pek çok zarara neden oluyorlar; suç ne olursa olsun cezasını bu şekilde veriyorlar; onlara borcu olanlar dışında hiç kimseden hak talep etmiyorlar…”
Afonso’nun Halep’te kadınların yaşamına ilişkin gözlemleri de şöyle:
“Kent halkının çoğunluğu Arapça konuşuyor; yakasız ve başlıksız rahip giysisine benzeyen ama ondan daha kısa, uzun kollu pelerin ile Türk usulü giyinmekteler. Ayaklara kadar uzanan, önü açık ve düğmeli, Gabardos3 dedikleri başka kıyafetleri de var. Başlarına türban takıyorlar. Yeniçerilerin başlıklarında kişisel konumlarına göre turkuaz ve yakutla bezenmiş at gemine benzeyen takılar var. Bunları beyaz kumaştan, 1,5-2 karış yüksekliğindeki arkası katlanmış başlıklarına dikiyorlar. Yeniçeriler arasından seçilen, adaleti yerine getiren çavuşlar bir karış uzunluğunda, kadifeden yapılmış, Şah Tahmasb’ınkine benzeyen türbanlardan takıyorlar. Bunlar en az bir kol kalınlığındadır ve epeyce küçük katlardan oluşuyor.
Kadınlar çok gururlu ve güzeller; ama dışarı çıkmadıkları için onları kimse görmez. Dışarıdaki işler için kullanılan, çarşı pazara giden hizmetkârlar yaşlı ve giysilerinin üstüne geniş çarşaf örtüyorlar; bu onları ayaklarına kadar kapatmakta; bizim yaptığımız gibi pelerin giyiyorlar. Başlıklarının üstünde geniş beyaz örtüleri var. Yüzlerini ince ketenden yapılmış arasından bakabildikleri silah peçeyle tamamen kapatıyor; yarım boy don ya da uzun keten şalvar, ayaklarına da pabuç giyiyorlar. Kimileri iyi, renkli deriden yapılmış, yüksek çekme ya da erkeklerinkine benzeyen ayakkabı kullanıyor. Melindi kıyılarından, Etiyopya’dan gelen, Müslüman olmayan köleler var.”
Herkese keyifli günler…
Yazıya kaynak olan yapıt Kitap Yayınevi’nce ikinci baskısı yayımlanmış olan Portekizli Seyyahlar başlıklı Salih Özbaran’ın bir çalışmasıdır.
1-Afonso’nun Urfa’dan geçtiği yılın ertesine ait Osmanlı tapu/tahrir defterinden derlenen rakamlara göre Urfa’da 1704 hane (=8520 kişi) Müslüman, 866 hane (=4330 kişi) Hıristiyan bulunmaktaydı (Göyünç, “16. Yüzyılda Güney-Doğu Anadolu… s.79) Gezginin anılarında Ermeni nüfusunun başat olarak ifade edilmesi hatalıdır. dipnot 8.
2-Urfa 1517 yılında ele geçirilmiştir. dipnot 9.