Muhtemelen birçoğumuz ”Üç Renk Üçlemesi (The Three Colours Trilogy)” adı altında toplanan üç ayrı film “Mavi”, “Beyaz” ve “Kırmızı” yı seyretmişizdir. Fransız bayrağını da oluşturan bu renkler aynı zamanda 1789 yılında başlayan ve tüm dünyanın gidişatını değiştiren büyük Fransız devriminin kazanımları “Özgürlük”, “Eşitlik” ve “Kardeşlik” olgularını sembolize etmektedir.
Her biri içerisinde çok çeşitli açılımlar barındırsa da kısaca bu üç filmi aşağıdaki gibi özetleyebiliriz.
“Mavi”de trafik kazasında kocasını ve kızını kaybeden bir kadın bu büyük trajedinin içinden çıkmak için kendini her şeyden ve herkesten soyutlamaya çalışır. Fakat bu mümkün değildir, kendini insandan soyutlayamaz. Yaşanan trajediden kurtulmanın tek yolu her şeye ve herkese sarılıp, sevgiye sığınarak kişisel/duygusal özgürlüğe kavuşmaktır.
“Beyaz”da kendisini acımasız bir şekilde terk eden güzel Fransız karısından intikam almaya çalışan Polonyalı bir kuaför vardır karşımızda. Komedi unsurları da taşıyan bu filmde kuaför kahramanımız türlü işler çevirerek çok zengin olur, karısını geri alır ama onu özgürlüğünden mahrum eder, artık eşitlik sağlanmıştır.
“Kırmızı” ise emekli, sevgisiz bir yargıç ile çok genç, içi iyilik dolu bir modelin tesadüfi karşılaşması sonucu aralarında yaşanan çatışma ile başlıyor. Uygun yaşlarda olsalar aşka dönüşebilecek bu ilişki zaman içinde yaşananlarla aşkın başka bir formu olan kardeşliğe dönüşüyor.
Bu üçlemenin son filmi olan Kırmızı’nın son sahnesinde de bu üç filmin kahramanlarını ölümlü bir gemi kazasından sağ salim kurtulurken görüyoruz.
“Polonyalı derviş” ile kastettiğim kişi ise tabii ki bu üçlemenin yönetmeni ve ortak senaryo yazarı Krzysztof Kieslowski. Kendisi tesadüfler, inanç, kader, seçimlerimiz, şans, bağlılık, karşılaşmalar gibi en sevdiği konuları insanlık halleriyle dokuyarak hayatlarımıza girdi.
Adeta ibadet eder gibi film yapan sinemanın mütevazı, sabırlı ve ince işçisi filmlerinde hep özel ve kırılgan ilişkilerin peşine düştü.
27 Haziran 1941 yılında Varşova’da doğan Kieslowski üçüncü denemesinde kabul edildiği ünlü Lodz film akademisini bitirdikten sonra uzunca bir süre ülkesinde çok ilgi gören, özgün ve yaratıcı belgesel filmler çekti. Bir süre sonra ”Özel hayatlara fazla giriyorum ve bu durum o insanların hayatını değiştiriyor, onlara zarar verebiliyorum” diyerek belgesellerden vazgeçti ve bu özel hayatlara girme işini oyuncularla yaparak sinema filmi çekmeye başladı.
Kieslowski’nin uluslararası boyutta dikkat çeken ilk filmi yeni doğmuş kızını kaydetmek için uzun zamandır hayal ettiği kamerayı alıp gördüğü her şeyi filme çekmeye başlayan fabrika işçisi Filip’in anlatıldığı ”Camera Buff (Amatör)” oldu. Filip’in bu tutkusu hem aile hem de iş hayatında başına büyük işler açacaktır. Fabrika müdürü bir yandan ”İçinde güzel bir şey büyüdü, öyleyse tutun ona” diye teşvik ederken diğer yandan da”Bazı şeylerin kamuya açılmaması gerekir.” diyerek Filip’in kulağını çekmektedir. Onun bu tutkusundan bıkan karısı da Filip film yarışmasına giderken ardından ”Kazanma!” diye seslenmektedir. Bir hayalini gerçekleştirmiş olan Filip artık sahip olduklarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır ve eskiye dönmek istemektedir.
Ünlü yönetmen tüm Avrupa’da büyük ses getiren asıl çıkışını ise Polonya televizyonu için yaptığı yaklaşık birer saatlik on filmden oluşan “Dekalog” ile yaptı. Bir sürü yüksek apartmandan oluşan tipik bir eski doğu bloku sitesinde çekilen bu filmin her bir bölümü Musa peygambere inen on emire gönderme yapıyordu. Kieslowski bu filminde “6000 yıldır varolan bu sorgulanamaz kuralları her gün neden çiğniyoruz?”, “Eğer insan doğrusunu biliyorsa neden tam tersini yapıyor?”, “On emire uymak mümkün mü?” sorularına yanıt arıyor.
Dekalog dizisinin beni en fazla etkileyen ve on emirden ”Yalancı şahitlik yapmayacaksın!”ı irdeleyen bölümünde karşımıza üniversitede etik konusunda ders veren yaşlı bir kadın profesör çıkıyor. Profesörün yıllar sonra karşılaştığı genç Yahudi kadın ikinci dünya savaşı sırasında yalancı şahitlik yapmamak adına Nazilerden saklamayı reddettiği küçük kızdır. Genç kadınla girdiği hesaplaşmada profesörün ağzından şu cümleler dökülür; ” İyilik vardır, her insanın içinde mevcuttur. İyiliği veya kötülüğü açığa çıkartan durumlardır, o geceki durumda benim içimdeki iyilik ortaya çıkmadı.” Bunun üzerine genç kadın sorar,” Peki, bu durumları kim belirler?” ”Hepimizin içindeki o” diye cevap verir yaşlı profesör.
Aynı dizinin “Adam öldürmeyeceksin!” emrinden yola çıkılarak çekilen bölümünde başıboş bir genç hiçbir neden yokken bir taksi sürücüsünü öldürür. Katil genci savunması için atanan ve ilk davasını kaybeden avukat bir eksiği olup olmadığı konusunda sürekli kendini sorgular. Diğer yandan idama giden genç, taksiciyi neden öldürdüğünü anlamaya çalışmakta ve sinir krizleri geçirmektedir. Genç avukatın da hazır bulunduğu durumda idam gerçekleşir. Daha sonra “Öldürmek Üzerine Kısa Bir Film” adı altında sinema versiyonu da çekilen bu film Cannes film festivalinde jüri özel ödülü ve Avrupa Film akademisi en iyi film ödülünü aldı.
Kieslowski’nin filmlerini bu denli özel kılan ise hikayelerinin yanı sıra müzik, ışık, kurgu, ses ve hatta sessizliği de etkileyici bir şekilde kullanmasıdır.
Aynı zamanda filmlerine bazı sürprizler yerleştirir. Örneğin Mavi, Beyaz ve Kırmızı’da büyük bir cam atık kumbarasına yetişmeye çalışan vücudu iki kat olmuş yaşlı bir kadın vardır, aynı kadın her filmde şişeyi sokabilmek için epeyce uğraşır ama sokamaz, insanlar seyreder, sadece üçlemenin son filmi Kırmızı’da genç model yardımına koşar. Çünkü Valentine “iyiliği” temsil etmektedir diye yorumlarız bu durumu.
Veronika’nın İkili Yaşamı, Mavi ve Kırmızı’da müzikleri çalınan ve Dekalog’un dokuzuncusunda adını duyduğumuz 18. Yüzyıl bestecilerinden Hollanda’lı Van den Budenmayer’i bizzat Krzysztof Kieslowski yaratmıştır, yani gerçek hayatta öyle bir besteci yoktur. Bu notaları Polonyalı besteci Zbigniew Preisner yazmıştır fakat uzun yıllar insanlar Van den Budenmayer’i gerçek bir besteci sanıp plaklarını satın almak için müzik mağazalarına koşmuşlardır.
Yine Mavi, Kırmızı ve Beyaz üçlemesinde açılıp kapanan cam sahneleri vardır, her üç filmde de aşırı rüzgardan çarpan pencereleri kahramanlarımız kapatmak için epeyce uğraşırlar.
Kieslowski filmlerinde yaptığı bu tür küçük oyunlarla ilgili olarak şöyle der ; “Böyle şeyler yapmak hoşuma gidiyor, her izleyen bunları fark eder demiyorum ama az da olsa bazıları fark ediyordur, bu da bana yeter.”
1994 yılında ”Kırmızı” filmini tamamladıktan sonra aniden sinemayı bıraktığını açıklayan Polonyalı dervişe bundan sonra ne yapacağı sorulduğunda “Evime gidip kitap okuyup sigara içeceğim.” der. 1996 yılında da hayata veda eder, sadece 55 yaşında…
Krzysztof Kieslowski’nin çok yakın arkadaşı olan başka bir Polonyalı yönetmen Krzysztof Zanussi hakkında şöyle diyor:
“O başından beri evrenseldi ama Cannes tarafından lokal bir sanatçı olarak görüldü. Zengin Avrupa diğer tarafla hiç ilgilenmiyor ve öteki Avrupa’yı yok sayıyor. Arkadaşım da bunun kurbanı oldu ve çok geç kabul gördü. Röportajlar vermek, festivalden festivale koşmak, star gibi fotoğraf çektirmek ona göre değildi, hiç hoşlanmıyordu.”
Bir yerde okumuştum, Kieslowski’nin en beğendiği film, yapıtlarında İngiliz işçi sınıfını anlatan ünlü yönetmen Ken Loach’a ait olan “Kes”. Filmin konusu hayatta hiçbir şeyi olmayan ve sürekli itilip kakılan bir çocuğun küçük bir şahini bulup beslemesi, onu eğitmesi, hayatta ilk defa ona ait olan birşeyin olması… Kieslowski’nin “Amatör” filminin kahramanı Filip bir sinema kitabının sayfalarını karıştırırken de karşımıza bu film çıkar, alın size başka bir sürpriz…
Yazımızı Polonyalı dervişimizin bir sözüyle bitirelim:
“Dünyanın farklı bölgelerindeki farklı insanlar aynı anda aynı şeyi düşünebilirler. Bu benim en büyük takıntım: Öyle ki farklı insanlar farklı yerlerde aynı şeyi düşünüyor ama farklı nedenlerle. Ben insanları birbirine bağlayan filmler yapmaya çalışıyorum.”
Deniz Ersoy (mahlas)
Özel not: Olur da bir sinema yazarı veya eleştirmeni okursa bunu bir hayran yazısı olarak değerlendirsin lütfen.