On ikinci yüzyıl ortalarında acayip görünümlü bir zâhid, Doğu Afganistan’daki Gazne’de Gazne hükümdarı Mu’izzud’devle Husrev Şah’ı ziyaret ederek sadaka istedi. Yalın ayaklı, kara bir keçi derisi örtünmüştü. Başına aynı deriden boynuzlarla süslü bir börk geçirmişti. Elinde halka, delik aşık kemikleri ve ufak yuvarlak çanlarla bezeli bir değnek taşıyordu. Husrev Şah, zâhidin isteğine olumlu yanıt vererek hayır dualarını aldı.
Yüz elli yılı aşkın bir süre sonra Anadolu ve İran’da ona çok benzer görünümlü zâhidlerin Barak Baba’nın (öl.1307-8) çevresinde toplanmış olduğu kaydediliyor. Barak Baba, beline sarılı kırmızı bir bez parçası dışında çıplak olarak, yüz kadar bir derviş grubunun başında 1306 yılında Suriye’ye geldi. Başına iki yanına birer manda boynuzu takıştırılmış kırmızımsı bir sarık sarıyordu. Saçı ile bıyıkları uzun, sakalı ise kökten kazılıydı. Yanında uzun bir nefir, bir de derviş kâsesi taşıyordu. Hiç servet biriktirmezdi. Uzun değnekler, tef, davullar taşıyan, boyunlarına asılı iplere azı dişleri dizili müritleri de aynı görünümdeydi. Nereye giderlerse gitsinler müritleri çalar, Barak baba da ayı gibi oynayıp maymun gibi türkü çığırırdı. Barak Baba’nın, azgın bir kaplanı korkutarak ve vahşi bir deve kuşuna binerek gösterdiği gibi, vahşi hayvanlar üzerinde erki (iktidarı, M.G.) vardı. Galiba, müritleri üzerinde de benzer bir gücü vardı, onları farz olan dinî ayinleri kırk değnek cezası ile yerine getirmeye zorlardı. Bununla birlikte dervişleri, oruç tutmamak ve şeriatça onaylanmamış yemek ve uyuşturucu tüketimini de içeren, kurallara aykırı davranışlarıyla ün salmıştı. Memlûk kaynakları onları ruhun bir bedenden başkasına geçiş inancıyla ve öte dünyanın varlığını inkârla da suçluyor; Barak Baba’nın kendisine ise aşırı bir Hz.Ali sevgisi yakıştırıyordu, dediklerince Hz.Ali sevgisini tek dinî farz sayarmış.” s.11-12
“Barak Baba’nın Suriye’yi ziyaretinden yüz yıl sonra, 15 Mayıs 1404’te, İspanyol gezgini Ruy Gonzales de Clavijo Erzurum yakınlarında Delilarkent (Deliler kenti, bugünkü Delibaba) denen bir yerden geçti. Gezgin bütün köyde dervişlerin oturduğunu söylüyordu:
‘Bu dervişler saç ve sakallarını kesiyor ve neredeyse çıplak dolaşıyor. İster soğuk ister sıcak olsun sokaklarda dolaşır, yürürken de yemek yerler ve bütün giydikleri, ellerine geçirebildikleri yırtık pırtık bez parçalarıdır. Gece gündüz ellerinde defleriyle dolaşırken ilahi söylerler. Zâviyelerinin kapısının yukarısında, üzerinde hilal biçiminde bir süsü olan kara yün püsküllerden bir sancak görülür; bunun altında bir sıra halinde dizili geyik, keçi ve koç boynuzları vardır, ayrıca sokaklarda dolaşırken bu boynuzları süs olarak üzerlerinde taşımak âdetleridir; bütün derviş evlerinin üzerine işaret olarak bu boynuzlardan konmuştur.”1
Sufizm bilindiği gibi İslam’ın içinden çıkan bir akımdır. İslamiyet neden böyle bir şeyin çıkışına neden olmuştur peki?
“Hulefa-i Raşidin devrinin (632-661) son zamanlarında İslam toplumlarının içine düştüğü siyasi ve içtimai buhranlari2a ardından gelen Emevi döneminde (661-750) eski Arap kabile asabiyyetine yeniden ağırlık veren ve giderek saltanata dönüşen hilafet rejiminin, mevalî denilen gayri Arap Müslümanlar üzerinde uyguladığı baskı ve bunun doğurduğu rahatsızlık duygusu2b; Abbasi döneminde devam eden iç siyasi bunalımlar ve bunun sonucunda içtimai nizamı sarsan buhranlar2c, tasavvufun bütün bu olumsuzluklara karşı mistik bir tepki olarak gün yüzü görmesine sebep olmuş gözükmektedir.”2
Asabiyyet’in anlamı kendi akraba, vatan, din ve milliyetini aşırı derecede kayırma gayretidir. Arapların Arap olmayan Müslümanlar üzerinde kibirli bir tavır takınması ve onları aşağılaması tasavvufun doğmasına neden olmuş görünüyor. Tabii yalnız bu değil, siyasi bunalımlar ve her zaman geçerli neden olan ekonomik nedenleri de eklemek gerekiyor. Yani tasavvuf aslında Arap olmayan Müslümanların bir protesto hareketi olarak anlaşılmalıdır.
“İslam kültür ve düşünce tarihini derinden etkileyen hiçbir tasavvuf cereyanının, İslamiyet’in beşiği olan Arabistan’da doğmamış, gelişmemiş ve yerleşmemiş olması -ki bugün de öyledir- tasavvufun yapı itibarıyla, İslamiyet’i kendi eski kültürleri dahilinde algılayan Mevâli (Arap olmayan Müslümanlar) orta tabakasının, kitabî ve nasçı İslam anlayışını temsil eden hakim Arap Müslüman sınıfına karşı geliştirdiği mistik bir tepki hareketi olmasının bizce en reddedilemez delilidir.”3
Tasavvufun kuramsal kaynakları
Tasavvufun da kendi kuramını oluşturmak için birtakım kaynaklara başvurmak zorunda olduğu açıktır. Yalnız parti veya dernek kurar gibi bir gelişme seyrinin izlenmediğini akıldan çıkarmayalım. Zaten Arap İslamı’na karşı bir protesto duygusu var ama alıntılarda da belirtildiği gibi önceden sahip olunan inanç sistemlerinin gelenekleri, tapınma biçimleri vb. var. Bunlar da yeni benimsenen dine yedirilerek ve birlikte/komşu olunan başka kültürlerden ödünç alınan ancak geri verilmeyerek zamanla benimsenen âdetler, tapınma biçimleri vb. etkenler tasavvufun oluşma ve kuramını oluşturmasında önemli dol oynamış durumda.
“Eski Mısır, Helen, Mezopotamya, İran ve Hind kültür sahalarının İslam öncesi mistik kültürleri ve yaşantıları, mahalli din ve itikatları, tasavvufun teorik cephesinin çeşitli mektepler halinde şekillenmesine önemli ölçüde katkıda bulundular.”4
Sufizme Hindistan etkisi
“İlhanlı tarihçi Zekeriyya Muhammed-i Kazvînî, 8-9. yüzyılın tanınmış sufilerinden Şakîk-i Belhî’nin (811-812) sufiliğe girişinin, tüccarken Hindistan’a yaptığı seyahatler esnasında tapınaklarda görüşüp konuştuğu Budist rahiplerin tesiriyle olduğunu açıkça belirtmektedir.”5
“Menākıb-ı Cemalü’d-Dīn-i Sāvi’de Kalenderī dervişlerinin kendilerine Hindli rahipleri örnek aldıkları çok açık bir tarzda kaydedilmiş”tir.”5
Kalenderīler
Kalenderīlerin ortaya çıkmaları da tıpkı Sufilerin ortaya çıkışları gibi olmuştur. Onlar da sufilere tepki olarak örgütlenmişlerdir. Böylece Sufizm’in İslamiyet içinde Araplara tepki gösteren Arap olmayan Müslümanlara tepki olarak, Kalenderīlerin de Sufizm içinde Sünni sufilere tepki olarak ortaya çıktıkları anlaşılıyor. Tasavvuf ile Sufizm aynı anlamda kullanılır.
“Tasavvuf nasıl 9. yüzyılda genelde içinden çıktığı İslam toplumu ve ulema arasında hemen kabul görmemiş ve ilk sufiler çeşitli ithamlara maruz bırakılarak toplumdan dışlanmış, ancak birkaç yüzyıl sonra tasavvuf kendini artık İslam’ın ayrılmaz bir parçası olarak kabul ettirmişse, Kalenderlik de toplumun bazı kesimlerini etkileyerek dönüştüren, tasavvuf tarihine damgasını vurmuş önemli bir mistik ve toplumsal vakıadır ve onun bir parçasıdır, ayrıca da İslam tarihinin bir gerçeğidir.”4
Kalender sözcüğü nereden çıktı?
“Henüz menşei üzerinde kesin bir sonuca ulaşılmış olmamasına rağmen, Arapça, Farsça ve Türkçe kaynaklarda bazen Karender ama ekseriya kalender biçiminde kullanılan bu kelimenin, zaman zaman Farsça Kalantâr (iri, kaba kimse, Türkçede kalantor), yahut aşağı yukarı aynı anlamda Grekçe Kaletoz’dan geldiğini ileri sürenler bulunmuştur. Ancak büyük bir ihtimalle Sanskritçe Kalandara (kanun nizam dışı, düzeni bozan) kelimesinden alınmış olabileceği de belirtilmektedir ki doğru görünüyor. Üstelik bu, Kalenderîliğin mistik kökünde büyük tesiri olan Hindistan’la alakalı olması itibarıyla, tarihi vakıaya da uygun düşmektedir. Zaten Farsçadaki Kalantar’ın da bu kelimenin değişik bir biçimi olması da uzak bir ihtimal olmasa gerektir. Her halükarda biz burada böyle bir etimolojik tartışma içine girmemekle beraber, kelimenin kökeninin aydınlanmış olduğunu da henüz söyleyemeyeceğiz.”6
Kendine Kalender diyen ilk kişi kimdir?
“Bu kişi Kalender Şeyhi Baba Tahir-i Uryan-ı Hemedanî’dir. Bu sufi meşrebin ve hayat tarzının 11. yüzyılda artık ortalarda iyice belirginleşmekte olduğu görülür. “… üç beş kişilik gruplar halinde dolaşıp gezmek, günlük yiyeceklerini dilenerek sağlamak, vücut ve başlarındaki bütün tüyleri (saç, sakal, kaş ve bıyık) kazıtmak ve acayip kılıklarda dolaşmak gibi, hemen her devir ve memlekette Kalenderî zümrelerinin ortak vasıfları olan hususlar…”7
Kalenderīler başka inanç sistemlerinden etkilendi mi?
“… elimizdeki kaynaklarda, 9. yüzyılda İran ve Mezopotamya havalisinde Budist ve Maniheist rahiplerin dolaştıklarını veya bazı sufilerin Budist ve Maniheist çevrelerle ilişki içinde bulunduklarını gösteren bazı kalıtların mevcut olduğunu söylemeliyiz. Mesela ünlü Mûtezile (cemaatten bir tarafa ayrılan, M.G.) alimlerinden Câhız (öl.886), Kitabü’l-Hayâvan adlı eserinde, erken Abbasi döneminde Irak ve Suriye’de halkın kendilerine Sâihun (seyyahlar, gezginler) dediği birtakım rahiplere rastlandığını, bunların küçük gruplar halinde şehir şehir, kasaba kasaba dolaştıklarını kaydediyor. Goldziher, Cahız’ın Ruhbânu’z-Zenâdıka (Zındıkların Rahipleri) diye nitelediği bu gezgin rahiplerin, eğer Hind sadhuları veya Budist rahipleri değilse, mutlaka onların mesleğini takip edenler olması lazım geldiğini ve bunların hayat tarzlarının Müslümanlardan bazı çevrelerce mutlaka taklit edilmiş bulunabileceğini söyler. Goldziher’in bu şekilde kesin teşhis koymadan açıklamaya çalıştığı bu Ruhbanu’z-Zenâdıka’nın, kanaatimizce gerçekte Maniheist rahipler olduklarını düşünmemek için bir sebep mevcut görünmüyor.”8
Mani rahipleri, büyük olasılıkla Budizm’in etkisiyle, çalışmıyor, tıpkı onlar gibi geçimlerini dilenerek sağlıyorlardı. Onlar da “Sâsâni toplumunun kurallarını zerrece dikkate almıyor, kanun ve nizamlara uymayı reddediyorlardı.”9
İgnaz Goldziher’i bilmeden onun sözlerine atıfta bulunmak yanlış olacak. “İslâmî ilimler sahasında bilhassa hadis alanında Batı’da otorite kabul edilen Goldziher’in Arapça kaynaklara son derece vakıf olduğu yaygın bir kanaattir. Goldziher oryantalizmin 19. yüzyıldaki en önemli isimlerinden biri haline gelmiş ve Batı dünyasında hadis çalışmalarının âdeta temelini oluşturacak fikirler ortaya atmıştır. Yapmış olduğu çalışmalarla bu alanda otorite kabul edilmiş ve değerlendirmeleri bilhassa oryantalistler arasında esas kabul edilmiştir. Ondan yapılan nakiller, ileri sürülen görüşlerin ve iddiaların delilleri olarak gösterilmiştir. Goldziher, kimi zaman diğer oryantalistlere muhalif değerlendirmelerde bulunmuşsa da çoğu kez önyargı ve fazlaca şüpheci bir yaklaşım sergilemiştir… Hayatı boyunca vatanının ve dininin kendisine yol gösterdiğini, ‘Samimi katı bir Yahudi’ olduğunu ifade eden Goldziher, İslâmiyet’i ‘Mekke’nin Yahudileştirilmiş dinî âdetleri’ olarak görmüş ve onun bu bakışı bütün çalışmalarını yönlendirmiştir. Goldziher, İslâm kültür ve medeniyetinin, değişik kültür ve medeniyetlerden ödünç almalarla ortaya çıktığını savunmaktadır. Dolayısıyla bu düşünce onu, İslâm tarihinin belgeleri olan hadislerde gördüğü her şeyin kökünü diğer kültürlerde arama yoluna sevk etmiştir.”10
Kalenderliğin tepkiselliği ile Sramana rahiplerinin Brahmanizme tepkisi aynıydı
Kalenderlerin yaşam tarzlarına çok benzer ama onlardan çok önce yaşamış ‘birileri’ne bakmakta yarar var çünkü büyük olasılıkla aralarında yaşamı yorumlama anlamında “ideolojik” bir birlik vardı. “Bhikşu denilen rahipler zümresinin temel niteliği, hayatlarını sürdürecek asgari eşya ve elbisenin dışında hiçbir şeye sahip bulunmamak (fakr), bekâr ve gezgin olmaktır. André Bareau, bu gezgin rahiplerin Budizm’e has bir zümre olmadığını, aslında Brahmanizm’in hakim olduğu daha eski zamanlarda, aynı yerlerde Srama denilen gezgin rahiplerin yaşadığını, Budizm’deki gezgin rahipler sınıfının temelinin M.Ö. 4. yüzyıla doğru bunlar tarafından oluşturulduğunu belirtiyor. Sramanalar, toplumun aşağı yukarı bütün tabakalarından geliyorlardı, Onlar Brahmanizm’e karşı tam bir protest tavır ortaya koyuyor, ne bu dinin, ne de içinde yaşadıkları toplumun hiçbir kuralına aldırış etmiyorlardı. Ahlâki mefhumları da hiçe sayan bu gezgin ve dilenci rahipler, yarı çıplak dolaşıyor ve rast geldikleri herhangi bir yerde yatıp kalkıyorlardı. Sırtlarında postlarını taşıdıkları hayvanları taklit ediyor ve vücutlarına yaralar açıyorlardı. André Bareau’ya göre, Budizm, Brahmanizm’e karşı bir tepki hareketi olarak teşekkül ederken bu zümrelerden yararlanmıştı.”11
Kalenderīler ilk kez nerede görüldü?
“Önce Irak’ta başlayan bu muhalif akım, fazla bir zaman geçmeden İran ve Maveraünnehir’deki değişik sufi merkezlerinde de kendini gösterdi… Tasavvuf tarihi literatüründe Melâmetîlik adıyla bilinen bu akım, belirtilen bu buhran ortamında doğru ve özellikle İran mistik kültürünün kalıntılarını oldukça canlı bir şekilde hâlâ yaşatmaya devam eden horasan ve Maveraünnehir mıntıkalarında gelişti.”12
Kalenderliği anlamak
“Kalenderlik, tasavvuf zihniyetinden yaşayış tarzına, kılık kıyafetinden İslami inanç ve kaidelere bakış açısına kadar her şeyiyle içinde yaşadığı siyasi ve içtimai nizamı dışlayan zümreler içinde doğdu ve gelişip yayıldı… Kalenderler sadece İslam’ın periferisindeki… mistik kültürlerden etkilendikleri, o kültürlerdeki yaşayış biçimini taklit etmek için, örnek aldıkları için Kalender olmadı. Dönemlerinin çeşitli sebeplerle kendilerine yabancılaşan toplumsal düzenine, toplumsal ve siyasal krizlerin yıpratıcı sonuçlarının kendi hayatları üzerindeki olumsuz yansımalarına duydukları tepki sebebiyle Kalender oldu. Çevre mistik kültürler onlar için yaşamak istedikleri münzevi hayatı inşa konusunda sadece model oluşturdu.”13
Kimlere Kalender denir?
“İçinde yaşadığı topluma ve kültüre, siyasal düzene karşı çıkarak dünyayı kale almaya değer görmeyen ve bu düşünce tarzını günlük hayat ve davranışlarıyla açığa vuran, bunu mistik bir zihniyet dünyasına dönüştüren tasavvuf akımının adına ve mensuplarına Kalenderīyye demek isabetli bir tercihtir. Ancak bu kısa ve çok kalın hatlı tarif, İslam dünyasının muhtelif zaman ve mekânlarında yaşamış olup kendilerine değişik isimler verilen, lakin genelde Kalender veya Kalenderî olarak anılan bu akım mensuplarını tam anlamıyla nitelemeye yeterli değildir… Kalenderlik tek parça bir payı sergileyen, hatta tek bir tarikat şeklinde teşkilatlanmış bir sufilik tarzı değildir.”14
Sanırım Kalenderīleri biraz anlatabildim. Yazacak daha çok şey var ama tümü bu yazının sınırlarına sığmayacak nasıl olsa. Tasavvufun bu hınzır çocuklarını tanımak, onları zındık, din dışı diye nitelemek ne kadar mümkün bilemiyorum, çünkü toplumu derinden etkilemiş insanları ne yaparsanız yapın insanların kalplerinden silemiyorsunuz. Üzerinden binlerce yol geçmiş olsa bile onlar toplumların tapınma biçimlerini, inanç sistemlerini etkilemeye devam ediyor.
KAYNAKLAR
1-Ahmet T.Karamustafa, Tanrının Kuraltanımaz Kulları, İslâm Dünyasında Derviş Toplulukları, s.12, 1200-1550, YKY.
2-Ahmet Yaşar Ocak, Kalenderīler, Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sufilik 14-17.yüzyıllar, Timaş yayınları. s.54, 2a-b-2c Bernard Lewis’in Tarihte Araplar yapıtından alıntı.
3-aynı yapıt, s.55.
4-aynı yapıt, s.55.
5-aynı yapıt, s.60.
6-aynı yapıt, s.58.
7-aynı yapıt, s.59.
8 aynı yapıt, s.59.
9 aynı yapıt, s.60.
10-Abdurrahman Sayılgan, doktora öğrencisi, İstanbul, İslâm Kültürü Araştırmaları 2 Ignaz Goldziher, çev. Mehmed Said Hatiboğlu ve Cihat Tunç Ankara: Otto, 2019, 29 Mayıs Üniversitesi, kitap değerlendirmesi, (http://hadisvesiyer.info/hadis-ve-siyer-arastirmalari-10/05.pdf)
11-A.Y.Ocak, s.61.
12-aynı yapıt, s.56.
13-aynı yapıt, s.56.
14-aynı yapıt, s.56