Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ABD Başkanı Trump arasında Oval Ofis’te gerçekleşen görüşme, kamuoyunda içeriğinden çok, Trump’ın diplomatik jestleri üzerinden tartışıldı.
Kapıya kadar uğurlama, el sallama, sandalye çekme gibi detaylar öne çıkarıldı. Ancak, her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, bunlar diplomatik nezaketin asgari gereklilikleridir. Trump biraz abartmış olabilir. Ne de olsa iyi satıcı. Bu tür jestleri ne abartmak ne de yok saymak gerekir; asıl odaklanılması gereken, görüşmenin Türkiye’nin dış politika hanesine ne yazdığıdır. Bu ziyaretin bilançosuna bakıldığında ise, kişisel bir meşruiyet arayışı ve halkla ilişkiler çalışmasının ötesinde, Türkiye açısından somut bir kazanım elde edildiğini söylemek oldukça güçtür. Hatta masadan, kucağımızda yeni ve oldukça zorlu bir başlıkla kalktığımızı dahi söyleyebiliriz.
F-35, F-16 ve CAATSA: Kamuoyundaki kavram karmaşası
Görüşmenin en merak edilen başlıklarından biri, F-16 ve F-35 süreçleriydi. Trump’ın “F-16, F-35 ve başka şeyler satın almak istiyorlar, görüşeceğiz” sözleri ve CAATSA yaptırımlarının kalkabileceğine dair iması, medyada F-35 programına dönüşün önünün açıldığı şeklinde bir yanılsama yarattı. Bu son derece yanlış bir yorumdur.
Burada iki konuyu net bir şekilde ayırmak gerekiyor:
CAATSA Yaptırımları: Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi alması nedeniyle ABD tarafından uygulanan bir müeyyide paketidir. Kabaca, belirli kişi, kurum ve savunma sanayi kalemlerine yönelik kısıtlamaları içerir.
F-35 Programından Çıkarılma: Türkiye’nin S-400 alımı gerekçesiyle F-35 Müşterek Taarruz Uçağı programının tedarik zincirinden ve alım sürecinden çıkarılması ise tamamen ayrı bir karardır. Bu, CAATSA başlığı altında yer almaz.
Dolayısıyla, Trump’ın CAATSA yaptırımlarını kaldırması, Türkiye’nin F-35 programına otomatik olarak geri döneceği anlamına gelmemektedir. F-35 konusu, Kongre’nin tasarrufunda olan çok daha karmaşık bir denklemdir. Kaldı ki, Türk tarafının son dönemde F-16 alımından ziyade, savaş uçakları için jet motoru tedarikine yönelme arzusunda olduğuna dair sinyaller de mevcuttur. Bu noktada, topun Türkiye’nin sahasında olduğunu ve ABD’nin temel motivasyonunun, önemli bir ihracat kalemi olan bu satışı (F16) bir an önce tamamlamak olduğunu unutmamak gerekir.
Boeing anlaşması: Bir pazarlık kozuna dönüştürülen rutin ticaret
Görüşme sonrası açıklanan ve Türk Hava Yolları’nın (THY) yüzlerce Boeing uçağı alımını içeren anlaşma, sanki yeni ve büyük bir lütufmuş gibi sunuldu. Oysa bu, dünyanın en büyük havayollarından biri olan ve filosunun yarısı zaten Boeing’lerden oluşan THY için rutin bir filo yenileme ve genişletme operasyonudur. Bu alımlar, bir ihtiyacın ürünüdür ve yıllara yayılan bir takvimle zaten planlanmaktadır. Ne yazık ki bu ticari süreç, Erdoğan’ın Trump’tan randevu alabilmesi için bir pazarlık kozu olarak kullanılmış ve ziyaretin ana gündem maddelerinden biri haline getirilmiştir. Bu durum, hem borsaya açık bir şirket olan THY’nin ticari itibarı hem de Türkiye’nin diplomasi pratiği açısından talihsiz bir görüntü oluşturmuştur.
Kucaktaki yeni ateş topu: Rus doğal gazı ve petrolü
Görüşmenin Türkiye açısından belki de en endişe verici sonucu, enerji alanında ortaya çıktı. Trump, Erdoğan’ın Putin ve Zelenski ile olan iyi ilişkilerini ve tarafsız konumunu övdükten hemen sonra, asıl beklentilerinin Türkiye’nin Rusya’dan doğal gaz ve petrol alımını durdurması olduğunu net bir şekilde ifade etti. Bu, Türkiye için kabul edilmesi neredeyse imkânsız bir taleptir. Ünlü dizideki gibi: Winter is Coming!
Mavi Akım ve Türk Akımı gibi mevcut boru hatları, coğrafi yakınlık ve kontratlarla güvence altına alınmış tedarik, Rus gazını Türkiye ekonomisi için vazgeçilmez kılmaktadır. ABD ile imzalanan ve 20 yıla yayılan 70 milyar metreküplük LNG anlaşmasının, yıllık 21 milyar metreküpü aşan Rus gazının yerini doldurması mümkün değildir. Bu talep, önümüzdeki süreçte Türk-Amerikan ilişkilerinde baş ağrıtacak yeni ve sert bir başlık olarak masadaki yerini almıştır.
Gazze ve Suriye: Beklenen sertliğin yerini alan sessizlik
Ziyaretin en büyük hayal kırıklığı ise Türkiye’nin “hassas” olarak tanımladığı bölgesel konularda yaşandı. Erdoğan’ın BM Genel Kurulu’nda İsrail’e yönelik sergilediği sert tavrın bir benzerinin Oval Ofis’te de gösterilmesi beklenirken, basına açık bölümde Gazze ve Filistin’deki soykırım gündeme dahi gelmedi. Trump’ın “Gazze’de anlaşmaya yakınız” şeklindeki muğlak ifadesine tanık olduk. Erdoğan topa girmedi, giremedi. Keşke girebilseydi, Oval Ofis’te “One Minute 2.0” yaşansaydı, Özgür Özel Bey Erdoğan’ı karşılamaya gidecekti.
Benzer bir durum Suriye için de geçerlidir. Trump’ın “Suriye’de istediğinizi aldınız, 2000 yıldır savaşıyorsunuz” gibi tarihi gerçeklikten kopuk ifadeleri, esasen ABD ve İngiltere’nin Suriye’deki rejim değişikliği sürecindeki rollerini gizleme çabasından başka bir şey değildir. Şam’daki yeni yönetimin, meşruiyetini İsrail ile yapacağı bir güvenlik anlaşmasına bağlama arayışı, Türkiye için ciddi riskler barındırmaktadır.
Unutulmamalıdır ki Esad rejimi, tüm eleştirilere rağmen, Türkiye ile İsrail arasında bir “hava yastığı” görevi görüyordu. Bugün ise İsrail’in Suriye hava sahasındaki mutlak kontrolü ve Fırat’ın doğusundaki gruplarla flörtü, Türkiye’nin güney sınırındaki riskleri giderek artırmaktadır. Kısacası Şam’daki adamımız, Tel Aviv’in adamı olma yolundadır.
Sonuç olarak, Erdoğan-Trump görüşmesi, Türk dış politikası için somut bir kazanım üretmekten uzak kalmıştır. F-35 gibi kronik sorunlar çözülmediği gibi, Rusya’dan enerji alımının durdurulması gibi yeni ve yönetilmesi zor bir taleple karşı karşıya kalınmıştır. Ziyaret, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına hizmet eden bir diplomatik başarıdan çok, Erdoğan’ın kişisel meşruiyet arayışına hizmet eden bir halkla ilişkiler faaliyeti olarak kayıtlara geçmiştir. Bunda da ne kadar başarılı olunmuştur, o tartışılır. Ziyaret, nasıl geçmiş olursa olsun, onu kamuoyuna başarı öyküsü gibi sunan bir medya olduğu sürece Erdoğan’ın işi kolaydır.
Bence ziyaretin yıldızı Yunus’tu…
Fotoğraf: Cumhurbaşkanlığı
İlgili yazılar:
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları:
