“Yaşamın sırlarını bilseydin, ölümün sırlarını da çözerdin” diyor Ömer Hayyam.
Ama ne tuhaftır ki, mağaradan bugünün ışıklı kentlerine kadar, insanlığın bütün yürüyüşü boyunca bu sır hâlâ çözülemedi. Hayatın kendisini anlamaya çalışırken ölümün sessizliğine çarpıp duran insan zihni, doğanın içinde sürekli aynı soruyla karşı karşıya kaldı: Yaşamak ne, ölmek ne?
İlk insanı düşünelim: Mağaranın içinde ateşin titrek ışığıyla gölgeler izlerken gök gürültüsünü, yıldırımı ya da bir yırtıcının çığlığını duyduğunda ölüme dair bir sezgiye kapılıyordu belki de. Doğa, hem yaşamı armağan eden hem de yaşamı bir anda söküp alabilen güçtü. Bugün beton duvarların ardına saklansak da, teknolojiyle doğayı dönüştürdüğümüzü sansak da değişmeyen tek gerçek aynı kaldı: Ölüm.
Hayvanların ölümü sezme ve ona tepki verme biçimleri bize, ölümün yalnızca insana ait bir kaygı olmadığını gösterir. Filler sürülerindeki bir birey öldüğünde, geride kalanlar günlerce başında bekler, hortumlarıyla kemiklerine dokunur. Bu, adeta bir yas ritüelidir. Kargalar, ölen bir türdeşlerinin etrafında toplanır, sessizleşir ve toplu bir “cenaze töreni”ni andıran davranışlar sergiler. Yunuslar, ölen yavrularını suyun yüzeyinde uzun süre taşır, bırakmak istemez. Kurtlar ve köpekler, ölen üyelerinin yuvasına dönüp bir süre ulumalarla yas tutar.
Bu davranışlar, hayvanların ölüm karşısında yalnızca içgüdüsel değil, duygusal bir tepki de verdiklerini gösterir. Onlar ölümü anlamlandırmaya çalışmaz ama kaybın ağırlığını hissederler.
Bitkilerde ise ölüm sessizdir. Bir yaprak dökülür, toprağa karışır ve başka bir filizi besler. Ormanda devrilen bir ağaç, çürüyerek yüzlerce yeni canlıya yuva olur. Ölüm burada bir kayıp değil, doğanın döngüsünde zorunlu bir değişimdir.
Ölüm insana gelince, insanın en özsel kaderi. Yaşamın içinde olmayan ama yaşamı tamamlayan, yokluğu varlığın parçası haline getiren eşsiz bir deneyim. Öyle ki insanlık tarihi boyunca bütün inançların, bütün felsefelerin göbeğinde hep bu mesele vardı. Çünkü ölüm, insanın bir kere yaşayacağı, bir daha tekrarlanmayacak, kişiye özgü bir yolculuk. Doğum kadar kesin, doğum kadar bireysel.
Benim için ölüm ve doğum bir zincirin halkaları gibidir. Önce ruhun yokluktan varlığa adım atışı, sonra ana rahmine geçiş, sonra bedenle dünyaya doğuş, ardından bu dünyadaki hayatın iniş çıkışları… Ve nihayet, beşinci büyük geçiş: ölüm. Ama bu geçişin son mu, yoksa yeni bir başlangıç mı olduğunu kim bilebilir? Belki ölüm, tıpkı anne karnındaki hayatın bitip bu dünyada yeni bir hayatın başlaması gibi, başka bir tür yaşamın eşiğidir.
Ölümden korkmamız belki de yaşamdan yeterince emin olmamamızdan. Jung’un söylediği gibi, “ölümden en çok korkanlar, yaşamaktan en çok korkanlardır.” Doğayla bağımızı kopardıkça bu korku daha da büyüyor. Çünkü doğada ölüm olağan: bir yaprak düşer, bir hayvan ölür, bir kaya parçalanır. Hepsi dönüşür, başka bir şeye karışır. Doğa bize aslında şunu fısıldar: Ölüm yok oluş değil, dönüşümdür.
Cansız ile canlı arasındaki ayrımı bile ölüm belirliyor. Bir taş olduğu yerde kalır, çürümez, “ölmez.” Ama bir ağaç kurur, bir böcek ölür, bir insan ölür. Yaşamın olduğu yerde ölüm vardır; hareketsiz olanda ise yalnızca yokluk. Bu yüzden ölüm, varlığın en güçlü ispatı gibidir.
Ama biz insanlar, içimizde bir çelişki taşıyoruz. Herkesin öleceğini biliyoruz ama kendi ölümümüzü inkâr eden gizli bir yanılsama da yaşıyoruz. Genlerimize işlenmiş bir “ben ölmeyeceğim” arzusu var. Belki de bu yüzden dinler, felsefeler, mitler ölümden sonra yaşamın kapısını aralar: çünkü insanoğlu yokluğu kabullenemiyor.
Ölümün anlamı tıpkı hayatın anlamı gibi herkes için farklı. Kimi için ruhun ölümsüzlüğü, kimi için evrensel bir döngü, kimi için yalnızca biyolojik bir son. Ama şu kesin mağaranın önünde göğe bakan ilk insandan bugünün gökdelenlerinde yaşayan insana kadar ölümün bilgisi, tecrübesi hiç değişmedi. Doğa da, hayat da, ölüm de aynı yerde duruyor. Belki de yapmamız gereken, ölümü anlamaya çalışmaktan çok, yaşamı tümüyle yaşamaktır. Çünkü yaşayabildiğimiz kadar, ölüme de hazırlıklı oluruz.
Belki de asıl bilgelik, ölümü çözmeye çalışmak değil, ölümü varlığın doğal bir eşiği olarak kabul etmektir. Çünkü insan, yaşamın sırrına ne kadar yaklaşırsa, ölümün sırrına da o kadar yaklaşır. Hayatın özünü kavramak, ölümü kabullenmekten geçer. Sokrates’in dediği gibi: “Ölümden korkmak, bilmediğimiz bir şeyi bildiğini sanmaktır.”
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: