“Street smart” diye laf var buralarda, “book smart” karşıtı olarak kullanılan.
Okuyarak zekasını geliştirenlere “book smart”, okumak yerine hayatı en derininden yaşayarak zekasını cilalayanlara da “street smart” deniyor. “Kitap kurdu” ve de “hayat üniversitesinden mezun” deriz ya o hesap…
Facebook dostum Ayça Hanım paylaşmasa haberim bile olmayacaktı ödünç insan kütüphanesinden. Danimarka’da taaa 2000 yılında başlamış bu uygulama. Kütüphaneden kitap ödünç alınır ya, onlar da “bizim kütüphaneden insan ödünç al” diyorlarmış.
Ben hep övünürüm çok kitap okurum diye. Bir de sürtüğümdür ki sormayın. Şu yeryüzünde gezmediğim yer kalmasın isterim. Okumadan gün geçirmem diyen ben, gezmeye giderken yanıma hiç kitap almam, gezim haftalar sürecek bile olsa. “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” diyenlere de “gezilerde kitap yerine insanları okuyorum” derim. Bu organizasyon benim “insanı okumak” dediğimi yaygınlaştırmaya çalışıyormuş meğerse.
1971 yılında 2 üniversiteli genç bir müzik festivali düzenlemiş Danimarka’nın Roskilde şehrinde. Ertesi sene “Roskilde Vakfı” kurulup bu festival gelenekselleştirilmiş. Her yıl daha da büyüyüp gelişerek Kuzey Avrupa’nın en büyük açık hava etkinliği haline gelmiş Roskilde Müzik Festivali.
Roskilde Vakfı müzik, kültür ve insanlık gibi 3 temel amaca yönelik kurulmuş. Vakıfta gönüllüler çalışır, geliri bağışlardan sağlanırken öyle iyi yönetilmiş ki Covid salgını vurmadan önce, yüz binlerce izleyicinin ve en ünlü müzisyenlerin katıldığı günlerce süren bir etkinliğe dönüşmüş. Festival şehrin gelişimine önemli katkılar sağlamış. Bunun yanı sıra katılımcılara organik yiyecekler satılması, içecek şişelerinin geri dönüşümü gibi önemli projeleri de beraberinde geliştirmekteymiş.
2000 senesinde birkaç üniversite öğrencisi de “insan kütüphanesi” projesini başlatmış. 4 gün boyunca, sekizer saat oturup konuşmuşlar Roskilde Müzik Festivali’nde. Konuştukları ana konu “şiddet” imiş. Ne yapsak, nasıl yapsak şeklindeki bu beyin fırtınasına 1.000 kişi katılmış. Bir sonraki yıl aynı toplantıya Norveç ev sahipliğini yapmış, yine Üniversite öğrencilerinin öncülüğünde. 2006 yılında ilk yerleşik “İnsan Kütüphanesi” Avustralya’nın Lismore şehrinde açılmış ve arkası gelmiş. Şu anda 80 küsur ülkede insan kütüphanesi varmış. Üstelik isterseniz siz de üye olabiliyor hatta olduğunuz yerde siz bir insan kütüphanesi oluşturabiliyorsunuz, yeter ki gönüllü olun.
“İnsan Kütüphanesi Organizasyonu”nun tek bir amacı var; ön yargıları yıkmak. Kendine benzemeyeni yabancılayan, fişleyen, düşmanlaştıran ve hatta yok etmeye çalışan insan aklının sakatlığını tamir etmek. Bu sayede de insanın insana uyguladığı sözel ve fiziksel şiddeti önlemek. Bunu yapmak için çok basit bir yol kullanıyorlar. Yarım saat süreyle “o” insanı dinliyorsunuz. Kütüphaneye gidip “sizin gibi olmayan” bir insanın hayatına yarım saat kulak veriyorsunuz. Hepsi bu.
Dini mezhebi inancı, soyu sopu ırkı, mesleği eğitimi mal varlığı, hastalığı özürü sakatlığı, saçı başı giyimi, cinsel yönelimi yaşama biçimi gibi açılardan sizden farklı birinin kendisini anlatmasını dinliyorsunuz. Merak ettiğinizi soruyor, söylediklerini anlamaya çalışıyorsunuz.
Hepimiz kendimizi anlatmaya bayılıyoruz. Başkaları kendini anlatırken ise onu can kulağıyla dinlemek yerine anlattıklarının bizdeki karşılığını anlatmak için can atıyor, sıramızı bile bekleyemeden sözünü kesiyoruz. Oysa her insan bir kitap. Yarımşar saat okusanız bile zenginleşeceğiniz bir hazine. Hele sayfalarını usul usul çevirip, sindire sindire okursanız, her insandan kütüphaneler dolusu şey öğreniyorsunuz. Her insandan. Bizim gibi düşünenden, bizim gibi olandan değil sadece, bizden daha akıllı sandığımızdan, deneyimine başvurduğumuzdan değil sadece, her insandan. Evet her insandan. Heeer insandan… Özellikle de bizden en farklı olandan en çok şey öğreniyoruz.
“İnsan Kütüphanesi Organizasyonu” İngilizce bir atasözünü slogan olarak kullanıyor:
“Don’t judge a book by it’s cover” (Kitabın kapağına bakıp karar verme)
Bizim kültürümüzde de çok benzer bir deyim var:
“Zarfa değil mazrufa bakmak gerekir” (Önemli olan dış görünüm değil içindekidir)
İster kitap kurdu olun, ister hayat üniversitesinden mezun, insanı okumayı bilmiyorsanız aklınızı aç bırakıyorsunuz demektir. Aklı doyurmak, mideyi doyurmaktan çok daha kolay. Ne para harcamayı gerektiriyor ne de insan kütüphanesine gitmeyi, sadece başka başka insanları dinlemeyi öğrenmek gerekiyor. Ötekini, berikini, her türlüsünü, ön yargısız biçimde, can kulağıyla dinlemeyi. Hepsi bu.
Üstelik biliyor musunuz yıllar içinde ben neye ikna oldum; insanı hayvandan ayıran konuşabilmesi deniyor ya, bence dinleyebilmesi. Ötekini dinleyebildiğimiz ve anlayabildiğimiz kadar insanız. Bence gerçek insan olmanın gerçek özeti de bu…
Bu arada teknolojiye minnetimi de belirtmeliyim. Youtube videoları sayesinde kişisel hayatımda asla erişemeyeceğim insanları da tanımış oluyorum. “Nasıl olunur?” diye sorarak ünlü ve başarılı insanlarla yapılan podcastler de önemli ama Armağan Çağlayan’ın yaptığı gibi toplumun her kesiminden insana kendini anlattıranlar hepsinden daha önemli. Bu gibi yayınlar, kendi insan okumalarımı çok daha zenginleştiriyor çünkü o kişilere benim ulaşıp soru sorma şansım yok.
Çocukken başımı kitaptan kaldırmamama kızan annem “oku oku bitiremedin” diye söylenirdi. Büyüdükçe kitap okumalarıma insan okumalarımı da eklemiştim ama yaşlılığımda teknoloji seviye atlattı. Artık kitapsız ve insansız bir ortamda bile olsak “öteki” insanlara erişebiliyoruz. Neyi istiyorsak onu izleyerek, okumadan da okuyabiliyoruz, hem de istediğimiz kadar.
İstesek de istemesek de kitapların hükmü bitti. “Book smart”ların ömrü doldu. Artık devir dijital devri. Gene de internet oyunlarına ya da saçma salak dizilere ayrılan zamanı gerçek insanlara ayırdık mı “street smart” olduk gitti …
Bir de “canım sıkılıyor” diyenler var. Yahu insan dolu dünya, oku oku bitmez ki…