Nüfus projeksiyonları yapmanın son derece zor bir iş olduğunu 1766-1834 yılları arasında yaşamış İngiliz nüfus bilimci ve ekonomist Thomas Malthus’tan beri biliriz.
Günümüzde anımsanan en tanınmış eseri, 1826’da kaleme aldığı ‘An Essay on the Principle of Population- Nüfus İlkesi Üzerine Bir Deneme’ adlı çalışması. Bu çalışmasında ortaya attığı hipoteze göre, dünyada besin maddeleri üretimi doğrusal (1, 2, 3, 4, 5, 6, 7,…) artarken, nüfus geometrik (2, 4, 8, 16…) olarak artıyor. Bundan da, insanlık için sonunda kıtlık, açlık ve kitlesel ölümlerin söz konusu olacağı çıkarsaması yapılıyor. Malthus bunun önlenebilmesi için geç evliliklerin ve az sayıda çocuk yapmanın teşvik edilmesini öneriyordu.
Çok tartışmalara neden olan Malthus’un bu hipotezi, izleyen yıllarda tam olarak gözlemlenmese de, gıda üretimindeki artışın nüfus artışının gerisinde kalması olgusu 20. yüzyıl sonlarına kadar devam etmiştir. Hatta bu dönemlerde, hızlı nüfus artışı, doğa şartlarındaki yıllık oynamalar (seller, kuraklıklar vb), Sovyetler Birliği ve Çin’de olduğu gibi yanlış politik ve ekonomik uygulamalar nedeniyle çok ciddi boyutlarda açlık kaynaklı toplu ölümler olmuştur.
Ancak, özellikle Hindistan’da başlatılan “Yeşil Devrim”, Sovyetlerin son dönemlerinde başlatılan ve ülkenin dağılmasından sonra hız kazanan köylülere toprak üzerinde mülkiyet hakkı verilmesi uygulamaları, keza Çin’de Mao’nun ölümünden sonra tarımdan elde edilen artı değerin büyük oranda köylüye bırakılması kararı, kitlesel açlık felaketlerini sadece Afrika’nın belli bölgelerine özgü bir olgu haline getirmiştir.
Malthus’un etkisi sadece gıda ile sınırlı kalmamış, İnsanların dünyanın tüm kısıtlı kaynaklarını tükettikleri düşüncesi de bilim çevrelerinde yer etmeye başlamıştır. 1972’de Club of Rome tarafından yayınlanan ‘Büyümenin Sınırları (Limits to Growth) adlı rapor bu düşüncenin ürünüdür.
Ancak 21. yüzyılın başlarına geldiğimizde farklı bir durum ortaya çıkmaya başlamıştır. Doğu ve Güneydoğu Asya’da ve Avrupa’nın bir bölümünde nüfus artış hızı azalmaya başlamış, doğumlar matematiksel olarak ülkelerin nüfuslarının aynı kalmasını sağlayabilecek olan, her iki kişinin yaşamları boyunca ortalamada 2.1 çocuk sahibi olması rakamının altına düşmeye başlamıştır.
2100 yılı projeksiyonlarında, Afrika ve Okyanusya dışındaki kıtalarda nüfusun azalmış ve daha önemlisi yaşlanmış olacağı ortaya çıkmaktadır. Çalışan nüfus azalacak, 0-15 yaştaki nüfusun toplam nüfus içerisindeki oranı çok düşecektir.
Geçenlerde TÜİK Türkiye ile ilgili nüfus projeksiyonlarını yayınladı. Bu çalışmaya göre Türkiye’de de nüfus azalmaya ve yaşlanmaya başladı. Doğum oranları da hızla azalıyor.
Yukarıdaki senaryo çalışmalarına göre nüfusun bir zamanlar beklendiği gibi 2100’de 100 milyon olması artık pek olası değil. 2050’de 94 milyon civarı bir Türkiye nüfusu beklemek şimdilik gerçekçi gibi görünüyor. Daha sonra azalmaya başlayacak ve 2100’de 76.8 milyona varılacak. Ancak, ülkeyi Araplaştırma politikası sonucu gelen göçmen nüfusun etkisinin ne olacağını şu anda bilmiyoruz.
TÜİK’e göre 2001’de kadınların doğurganlık oranı 2.38 iken 2013-14 yıllarında 2.1’e düşmüş, yani nüfus artışı durmuş, 2023’te ise 1.51’e inmiş. Bu inanılmaz derecede hızlı bir azalma.
Yine TÜİK’in bu raporuna göre, 2023’de nüfusumuzun 15-64 yaş arasında, yani çalışma çağında olanların yüzdesi %68.3. Bu oran 2035’te 69.2’ye kadar çıkabilecek sonra azalmaya başlayacak.
Bu konuda yorum yapmakta yarar var. 15-64 yaş arası, potansiyel çalışabilecek nüfus olup, gerçek çalışan nüfus konusunda ise bir tahminde bulunmak hayli zor. Eğitimine devam edenler, resmi ve gayri resmi işsizler, EYT ve benzer uygulamalarla iş yaşamını terk edenlerin hesaplanması ve gerçek çalışan rakamının bulunması beni aşıyor. Ancak, bu kaba rakamın 2100’de 54.6’ya düşeceği tahmin ediliyor.
2023’te %21.4 olan 0-14 yaş arası nüfusun ise bundan sonra sürekli düşeceği, 2035’te 15.4, 2050’de 15.1, 2075’te 12.4 ve 2100’de 11.8 olacağı hesaplanıyor. Şu anda %10’un üzerine çıkmış olan yaşlı nüfusun oranı ise 2035’te 15.4, 2050’de 23.1, 2075’te 31.7, 2100’de 33.6 olması bekleniyor. Bu rakamlardan yola çıkarak bazı çıkarsamalar yapmak mümkün.
Çalışma çağındaki nüfusumuzun ne kadarının çalıştığı, çalışıyorsa ne kadar milli gelire katkı yaptığını bilemiyoruz ama bu gruptaki nüfusumuzun her bireyi 2035’te kendinden başka 0.445 kişiye, 2050’de 0.616 kişiye, 2075’de 0.796 kişiye, 2100’de ise 0.832 kişiye mali olarak bakmakla yükümlü olacak. Ayrıca birey olarak da ailesindeki yaşlı ve çocuklarla ilgilenmesi gerekecek. Tabii burada göz önüne almak gereken önemli bir husus da, çalışan nüfus olarak dikkate alınan 15-64 yaş arası grupta iş yaşamına dahil olmayan kadın nüfusun, TÜİK rakamlarına göre %64.9 olması. Bu yüzden de çalışanların mali olarak bakmakla yükümlü olduğu insan sayısının aslında çok daha yüksek.
Her ne kadar demografik tahminlerin son derece yanıltıcı olabileceğinin farkında olsak da, tüm bu yüklerin azaltılması için ülkemizi yönetenlerin ve her bireyin şimdiden bazı tedbirler alması gerekiyor.
Bu olguyu bizden önce yaşamaya başlayan ülkelerin almaya çalıştığı tedbirler birbirlerinden oldukça farklı. Keza sonuçları da öyle. Ülkelerin eğitim ve refah düzeyi, sosyal değişikliklere bakış açıları, yöneticilerinin ileri görüşlülüğü gibi pek çok faktör bu kararları etkileyebiliyor. Sonuçları da şartlara göre farklı olabiliyor.
Dünyada bu konuya bakışta birkaç temel yöntem var: Bunların en dikkati çekenleri, toplumlarda doğum oranını artırıcı parasal teşvikler vermek, yabancıların ülkeye gelmesini ve yerleşmesini teşvik etmek, kadınların iş yaşamına katılımını artırmak, teknolojiye yatırım yaparak daha az kişi ile daha fazla refah yaratmak, bu sayede daha düşük nüfuslu ve yaşlı bir toplum olarak varlığını idame ettirebilmek.
Bunları tek tek inceleyelim.
1-Toplumu daha fazla çocuk yapmaya teşvik etmek.
Genelde hükümetlerin aklına gelen ilk yöntem bu oluyor. Zamanla devlet politikasına dönüşüyor. Örneğin Fransa yurt içi milli hasılasının %3.5-4’ünü bu amaçla harcıyor. Güney Kore her doğan bebeği 70,000 dolarla destekliyor. Fransa ve Polonya gibi ülkelerden izlediğimiz kadarıyla bu politika için yapılan harcamalar sonucu doğan her ekstra bebek için bir ila iki milyon dolar arası bir harcama yapmak gerekiyor. İsveç’de de çocuk bakımına yönelik olağanüstü harcamalar yapıyor. Bu sayede nüfus artışını teşvik etmeye çalışıyorlar. Ancak, yıllardır uyguladıkları bu politika sonucu İsveç’te doğum oranı sadece %1.7!
Öte yandan konunun uzmanları bu kadar yüksek oranlarda mali teşviklerin sürdürülebilir olmadığını, bu çabaların başarısız olacağını öne sürüyorlar.
Bu teşvik stratejisinin arkasında yanlış bir varsayım da var. O da okuyan kadınların iş yaşamına girmeleri sonucu çalışma hayatının çocuk yapmanın önüne geçtiği, bu nedenle çocuk yapmayı geciktirdikleri ve doğurganlık çağlarının önemli bir bölümünün çocuksuz geçirdikleri, geri kalan dönemde ise istedikleri kadar çocuk yapmaya zamanlarının kalmadığı.
Ancak, yapılan araştırmalara göre, her ne kadar iş yaşamında yer alan kadınlar ilk çocuklarının doğumunu 2-3 yıl geciktirseler de, bu doğum oranlarında ortaya çıkan düşüş üzerinde çok az etkili oluyor. Dolayısıyla sosyal ve mali desteklerle doğum oranlarını tekrar 2.1’e yükseltmek tam bir hayal. Üstelik bizim gibi kaynaklarını israf etmiş ve etmekte ısrarcı olan ülkelerde Fransa, İsveç, Kore boyutunda harcama yapmak olanaksız.
Öte yandan bu politikalarla yoksulluk düzeyinde düşük gelire sahip gruplarda bir miktar doğurganlığı artırmak olası. Ancak, verilen teşvikler, doğan bebeklerin tüm gelişim dönemleri boyunca sağlık, eğitim gibi alanlarda yeterli desteği almasına yetmediğinden, artan doğumlar, sağlık sorunları olan, eğitim düzeyi düşük, sosyal açıdan geri kalmış bir nüfusun artması anlamına geliyor. Beyni yıkanarak belli politik görüşlere yönlendirmek veya bir savaş halinde düşük eğitimli askerler olarak ön cepheye sürmek dışında bu bireylerin toplumlara hiç bir yararı olmuyor.
2-Kadınların iş yaşamına katılımını artırmak.
Avrupa Birliği ülkeleri ve bir zamanlar Sovyetler Birliği’nin hüküm sürdüğü toplumlarda, kadınların iş yaşamına erkekler düzeyinde katılımı çok uzun yıllardır zaten söz konusu olduğundan, onlar için bu seçenek artık geçerli değil. Kadınlar iş yaşamına zaten çok yüksek oranda entegre ve bunu sağlamak için gerekli koşullar da zaten sağlanmış durumda. Dünyada benzer özelliklere sahip başka ülkeler de var.
Buna karşılık sosyal olarak daha tutucu olan, örneğin Japonya gibi ülkelerde bu olanak zamanında fark edilmiş ve kadınların iş yaşamına katılımı, özlük hakları ve terfi sistemleri erkeklerle eşit hale getirilmeye çalışılmış. Halen Japonya’nın yaşlanan nüfusla ilgili hala çok ciddi sorunları olmasına rağmen, bu uygulama krizin derinleşmesini bir süreliğine engelledi ve Japonya’nın ek çözümler üretmesi için zaman tanıdı.
3-Emeklilik yaşını yükseltmek.
İyi bir formel eğitim görmüş olsun olmasın, onlarca yıl iş yaşamında bulunmuş bireylerin iş yaşamını hala üretken oldukları bir yaşta terk etmesi ekonomi için bir kayıp oluşturuyor. Fiziki ve akli sağlığı yerinde olan kişilerin emeklerinden ve deneyimlerinden yararlanmak demografik değişiklikler sonucu azalan nüfusun oluşturduğu sorunları bir oranda çözebiliyor. Bu sayede deneyim sahibi bireylerin katma değer üretecekleri süre uzatılabildiği gibi, ortalama ölüm yaşının 70’lere hatta bazı ülkelerde 80’lere çıktığı bir dünyada, finansal sisteme gün geçtikçe daha fazla yük olmaya başlayan emekli maaşlarının yükü azaltılabiliyor. Ayrıca emekliliğe hak kazananlara da anlamlı bir emekli maaşı ödenebiliyor.
Emeklilik yaşını yükseltmek politik olarak kolay bir uygulama değil. Dünyanın her yerinde büyük tepki görüyor. Bunun en son örneklerinden birini Fransa’da gördük. Macron’un emeklilik yaşını iki yıl yükseltmesi, partisinin büyük bir seçim yenilgisine neden oldu.
4-Ülkeye eleman açığı olan sektörlerde istihdam edilmek üzere göçmen kabul etmek.
Bu sınırları açıp kontrolsüz bir şekilde göçmen kabul etmekten farklı bir yaklaşım. Örneğin Britanya, doktorlar ve hemşireler başta olmak üzere her türlü sağlık personelini ve huzur evlerinde çalıştırmak üzere yaşlı bakımı konusunda faaliyet göstermeyi arzu edenleri ülkeye göçmen olarak gelmeye teşvik ediyor. İstihdam açığı, tıpta olduğu gibi, her zaman yüksek düzeyde eğitimli personel açığı olarak da ortaya çıkmıyor. Bazen tesisatçı, TIR sürücüsü gibi iş kollarında da açık doğabiliyor ve bu kişilerin de ihtiyaç duyulan ülkelere yerleşmesine olanak tanınabiliyor. Bazı ülkeler ise çalışma çağında nüfus eksikliği nedeniyle çok geniş bir yelpazeden insanların göçüne izin veriyor. Başvuran kişilerin, potansiyel katkı ve maliyetini bir puan sistemi uygulayarak genel anlamda belirleyen Avustralya ve Kanada gibi ülkeler bu modele örnek olarak verilebilir.
Ülkelerin nüfus azalması veya artan gereksinimleri nedeniyle yurtdışından göçmen kabul etmesi pek çok ekonomik ve sosyal düzeyde sorunu da beraberinde getiriyor. Son derece dikkatli ve kontrollü bir şekilde yapılması gerekiyor. Bu, hem göç edenler, hem de göç alan ülkelerin vatandaşlarının fikirsel olarak önceden bu konuya çok iyi hazırlanması, gelenlerin altyapı ve sosyal hizmetlerde oluşturacağı açıklara karşı ciddi tedbirler alınmasını gerektiriyor.
Alman dilinin en önemli edebiyatçılarından biri olan İsviçreli yazar Max Frisch’in 1960’lı yıllarda İtalya’dan İsviçre’ye çalışmak için gelenlerle ilgili 1965’te söylediği meşhur bir söz tam da bu durumu belirler: ‘Man hat Arbeitskraefte gerufen und es kommen Menschen- İşgücü talep ettik, insanlar geliyor.’
Özellikle kontrolsüz bir şekilde gelen insanlar gerçekten çok ciddi sosyal problemler yaratabiliyor ve biz bunu en vahim haliyle bugün Türkiye’de yaşıyoruz.
5-Yapay zeka ve robot kullanımına ağırlık verilmesi, bu konularda yatırımların teşvik edilmesi.
Bu yöntemde ülkeler nüfus politikalarında, doğum oranlarını artırma, dışarıdan göçleri kontrollü olarak teşvik etmek, kadın istihdamı gibi konuları önceliklendirmiyorlar. Bu yaklaşımda öncü ülke Danimarka. Bir devlet politikasının parçası olarak, uzun yıllardır robotik konusunda çalışmalar yürüten Güney Danimarka Üniversitesi (Syddansk Universitet) başta olmak üzere, pek çok üniversite, araştırma kurumu ve özel sektör bu konularda çalışmalar yapıyor.
Yukarıda değindiğim beş seçenek ve burada yer vermediğim bazı diğer çözümlerin hiçbiriyle tek başına doğum oranlarındaki azalmayı ve/veya nüfusta oluşacak dengesizlikleri anlamlı düzeyde ters çevirmek pek olası değil. O nedenle aklı başında yöneticileri olan her ülke, bu seçeneklerin belli kombinasyonlarını uyguluyor. Hiçbir ülke de henüz tam başarıya ulaşmış değil. Ancak, toplumları daha fazla doğurganlığa teşvik etmenin bunların en pahalısı ve en az etkili olanı olduğu kesin. Ayrıca, ayrı bir yazı konusu olmakla birlikte, küresel ölçekte nüfus artışının dünyamızdaki çevre felaketlerine yol açtığı da unutulmamalı.
Türkiye’de de, Afrika dışında tüm dünyada gözlemlenen doğum oranlarındaki azalış, bir süredir söz konusuydu. Ancak, nass politikası sonucu orta ve düşük gelirli kitlenin yoksullaşması, insanların geleceğe yönelik beklentilerini ortadan kaldırdı, devlete olan güvenini sarstı. Sonuçta, 2021’den sonra doğum oranlarında bir çöküş ortaya çıktı. Ancak, şimdi bu kişilere para karşılığı daha fazla doğum yaptırmak da olanaklı değil. Afrika kıtası, Suriye, Irak, Afganistan gibi ülkelerden büyük boyutta eğitimsiz nüfusu ülkeye yerleştirmek de sorunları çözmüyor. Sosyal sorunlara da neden olan bu yaklaşım ileride canımızı daha fazla yakacak. Üstüne üstlük, iyi eğitim görmüş toplum kesimlerinin yaşamlarını zorlaştırıp, ‘giderlerse gitsinler’ demek de bu sorunu ağırlaştırıyor.
Türkiye’nin, doğurganlığı artırmak çabalarını ikinci plana atarak uygulaması gereken politikaların bazılarını aşağıda sıralayarak yazımı sonlandırıyorum:
- Kadınların iş yaşamına katılımını kolaylaştırmak.
- Beyin göçünü engellemeye yönelik, zorlayıcı olmayan tedbirler almak.
- EYT gibi mali politikalara uzun yıllar kalıcı hasar veren popülist uygulamalardan vazgeçmek, hatta emeklilik yaşını bir an evvel kademeli olarak yükseltmek.
- Ülkeye kabul edilecek göçmenlerin ya çok iyi eğitim görmüş olmalarına, ya da çok büyük miktarda mali kaynak getiriyor olmalarına dikkat etmek; başka ülkelerden eğitimsiz, kültürsüz bireylerin ülkemize gelmesine ne pahasına olursa olsun sınırlama getirmek.
- Eğitimde din saplantısından kurtulmak, bir an evvel bilimsel ve analitik düşünme yeteneğine sahip, ekonomiye katkı sağlayacak bireyler yetiştirmeye önem vermek.
- Daha ileriki aşamalarda ise Danimarka’nın yolunda giderek eksilen üretken nüfusun yerine robotlar, yapay zeka ve benzeri uygulamalarla ekonomik ve sosyal hayatta ortaya çıkacak sorunların üstesinden gelmek.
Kaybettiğimiz 21. yüzyılın ilk çeyreğini telafi etmek hiç kolay olmayacak.
Not: Bu yazım ilk olarak noktakibris.com sitesinde yayınlanmıştır.