Eşim ve ben 1980’de ABD’ye okumaya gittiğimizde, yaz tatillerinde Türkiye’ye gelebilmek için önce New York’a, oradan da uçakla Avrupa’da bir kente uçmamız gerekirdi.
O nedenle arabamızla New York’a giderdik. Eşimin büyük amcası Sami Mehmet New York’ta yaşadığından, üniversitemizin olduğu Clemson-South Carolina’dan bir günde 800 mil (yaklaşık 1300 kilometre) yol kat ederek New York’a ulaşır, birkaç gece Sami amcada kalırdık.
Arabamızı da ertesi gün New Jersey’de yaşayan eşimin bir başka akrabasının, Netice halanın kapalı garajına bırakırdık. New York’a karayoluyla ilk gittiğimizde on iki saatlik bir yolculuk sonunda New York’a ulaşmış, akşam karanlığında bir köprü üzerinden Hudson Nehri’ni geçmiş ve Bronx’a ulaşmadan önce South Bronx’u uzun bir viyadükle aşmıştık. South Bronx, harabe halinde apartmanlar ve caddelerde bidonlar içinde yanan ateşlerle bize çok ürkütücü gelmişti.
Sami amca 1920 yılında, yani savaş sonrası yokluk döneminde, annesinin biriktirip yanına verdiği sınırlı bir miktar parayla Limasol’dan bir gemiye binerek Pire üzerinden New York’a göç etmiş. Onunla birlikte birkaç Kıbrıslı Türk daha varmış. Ellis Island’da sağlık kontrolünden geçip ABD’ye girmiş. Eşimin yeğenlerinden biri uzun yıllar sonra ABD’ye yaptığı bir gezi esnasında Ellis Island’ı da ziyaret etmiş ve Sami amcanın ABD’ye giriş kayıtlarını da bulmuştu. Hangi gemiyle vardığı bile kayıtlara girilmişmiş.
Sami amca New York’a gelince trenle Manhattan’ın güneyinden kuzeyine gidip, kendisine Kıbrıs’ta adresi verilen bir Rum’u bulmuş. O zamanlar sanırım 18 yaşındaymış. Hayatını Pennsylvania’da demiryolu inşaatlarında çalışarak kazanmış. Sonra New York’da lüks bir otelde çalışmaya başlamış. Vale olarak otelin garajında arabaları park etme ile uğraşırken otomobil kullanmayı öğrenmiş ve sonrasında da taksi şoförü olmuş.
Evine ilk gidip Sami amca ile tanıştığımda seksenli yaşlarındaydı ve beyaz Ford Mustang arabasıyla New York City’nin çevre yollarında canavar gibi araba kullanıyordu. Anlattığına göre, “Back to The Future” (Geleceğe Dönüş) filmindeki profesör gibi beyaz saçları ve bıyıkları olan Sami amcaya yanından hızla geçtiği arabalardaki gençler ‘hey cowboy’ (hey kovboy) diye biraz da gıpta ve hayretle laf atarmış.
Sami amca kentin içini de avucunun içi gibi bilirdi. Taksicilik yaptığı zamanlarda her yanı ezberlemişti. Daha sonra on yıllarca bir tel fabrikasında çalışmış, iki oğlu ve bir kızını okutmuş. Ayrıca emeklilik hakkı kazanmış.
Sami Amca New York’un en tehlikeli bölgelerinden Bronx’da otururdu. Eşi Lucy İstanbullu bir Yahudi’ydi. Lucy Hanım’ın babasının İstanbul Galata’da bir kuyumcu dükkanı varmış. Bir soygun girişiminde babası gözünün önünde öldürülünce New York’a göç etmiş. Tipik bir Osmanlı Yahudisi’ydi. Zaten Sami amcaların evi de Bronx’ta üç katlı tipik bir Türk eviydi. Kapıdan girince kendinizi adeta Türkiye’de veya Kıbrıs’ta zannederdiniz. Evin mobilyası, duvarlarda dualar vs… Lucy Hanım rahatsız olduğu için yemekleri de Sami amca pişirir ve Türk mutfağından olmasına özen gösterirdi.
Bronx o zamanlar New York’un en tehlikeli mahallelerinden biriydi ama Sami amcanın oturduğu bölgede böyle bir sorun yoktu. İtalya’nın bir bölgesinin mafyasının kontrolünde olan bu birkaç blokta güvenliği onlar sağlar, hepsi Sami amcayı tanır ve mahallenin yaşlısı olarak saygı gösterirdi. O nedenle kaldırımda rahatlıkla yürür, alışveriş yapmaya giderdi.
New York kent merkezine gitmek için bir hattın son durağından metroya binilirdi. Sami amca güvenlik nedeniyle bizi sıkı sıkı “son vagona binmeyin, makiniste mümkün olduğu kadar yakın oturun” diye tembihlemişti. Metro Harlem’in altından geçerken bazı istasyonlarda durmazdı. Bu istasyonlar güvenlik nedeniyle kapalıydı.
Biz Türkiye’ye kesin dönüş yaptıktan sonra Sami amca bizi iki kez ziyarete geldi. Önce üç yıla yakın iş için bulunduğumuz Adana’da, daha sonra da İstanbul’da.
İstanbul’a geldiğinde yanında o sıralar yirmili yaşlarının başlarında olan torunu Steve’i de getirmişti. Sami amcanın Steve’i yanında getirmesinin iki nedeni vardı. Bunlardan ilki seksenli yaşlarda o kadar uzun bir yolculukta yanında kendisine destek olacak birisinin olmasını istemesiydi. Ama daha önemli bir nedeni daha vardı. Steve’in Türklüğünü bilmesi ve unutmaması… Sanırım İstanbullu olan annesi ve Kıbrıslı olan babası ABD’de topluma hızla asimile olmayı tercih ediyorlardı ve o nedenle çocuklarına da Türk ismi vermemişlerdi.
Bu seyahatte Steve hem İstanbul’a geldi hem de daha sonra büyükbabasıyla Kıbrıs’a gitti. Bize İstanbul’dan çok etkilendiğini özellikle söylemişti. Steve ile zamanla ilişkimiz koptu. Uzun yıllar önce son duyduğumuzda Chicago’ya yerleşmişti.
Sami amca tam bir Atatürk milliyetçisiydi. Hem Türkiye’yi hem Kıbrıs’ı çok severdi. Anlattığına göre, Denktaş toplumlar arası görüşmeler için New York’a geldiğinde düzenli olarak onu Birleşmiş Milletler Binası önünde karşılamaya gidermiş.
Önce Lucy yenge bir bakım evinde Alzheimer’den, sonra da 90’lı yaşlarda Sami amca ölünce ailenin ABD koluyla tüm ilişkimiz de kopmuş oldu. Her ikisi de huzur içerisinde yatsın.
Not: Bu yazım ilk olarak noktakibris.com sitesinde yayınlanmıştır.