Başlıktaki söz Danimarkalı Filozof Sören Kiergaard’a ait…
Haklı da… İnsan, kendi isteği dışında geldiği şu hayatı yaşayıp çekip gidecek, kaldı ki bazen kendisi bile çekip gitmek istiyor. Hayatın içinde zaman su gibi, gündüz geceye, gece gündüze evrilir. Günler akar her şey gibi, bir akış vardır. Hayatımıza gelenler gidenler olur, her şey sürekli bir değişim içinde, hiçbir şey sabit kalmıyor, yaşanmışlıkların, yaşanmayanların, yitenlerin, kalanların bıraktığı koca bir boşluk. Hep bir şeyler yarım, eksik; insanlar, mekanlar, anılar, başarılar, sevgiler, nefretler, yarım kalan günler, günleri dolduran hayatlar yarım gibi…
Bu kadar psikolojik, sosyolojik, biyolojik ve çevresel faktörlerin etkisi ile insanda olumsuz düşünce baskın oluyor. Yıkıcı dürtülerin harekete geçtiği bu ruh hâlinde olan insan bir de nefret denen bir duygu ile karşı karşıya kaldı mı hayat daha da çekilmez bir hal alıyor. Kişide veya toplumda ortaya çıkan nefret, saldırganlık dürtüsü, zarar veren, yıpratan, hırpalayan, zedeleyen, yaralayan, örseleyici bir durum olarak değerlendirilir. Biz insanoğlu, herhangi bir amacımıza ulaşamadığımızda içimizde var olan nefret birden kalpte meydana gelen bir kıvılcım ile alev alır. Bu nefret kalp atışlarını hızlandırır, daha sonra da saldırganlığa dönüşür. Duygusal, fizyolojik ve bilişsel boyutlarda yaşanan nefret, toplum içerisinde istenmeyen davranışlara, sorunlara, acılara yol açar.
Nefret insan doğasında bulunan bir duygu. Ama herkesten, her şeyden nefret etmek normal bir şey olmadığı gibi insanların doğasında ortaya çıkan bir davranış şekli değildir. Peki insanın içinde doğal bulunan bu duygu nasıl olur da büyür ve gelişir?
Çocukluk dönemlerinde psikososyal, psikoseksüel dönemin gelişim evrelerinde bazı çocukların yaşadığı kötü olaylar onlar üzerinde olumsuz etkiler bıraktığı için nefret duygusu ortaya çıkar. Çocukken yaşanan travmalar, sevgi, şefkat eksikliği, duygu gelişim bozukluğu, ergenlikte ya da yetişkinlik döneminde nefretin büyüyüp yerleşmesine sebep olur.
Hayattaki tek hobisi insanlardan, doğadan, canlıdan nefret etmek olan bir sürü kişi var. Günümüz dünyasınd,a özellikle son zamanlarda birilerinden nefret etmek için insan kendince bahaneler üretiyor. Kutuplaşan toplumlarda insanlar birbirlerine karşı genel bir hoşnutsuzluk, güvensizlik, nefret duyma, küçümseme, güvenmeme eğilimi ile tanımlanan mizantrop (insanlardan nefret eden) kişilik yapısına sahip olurlar. Her ne kadar nefret, yaygın bir duygu olarak tanımlansa da yeri geliyor bir düşünceye, davranışa dönüşüveriyor. Nefret yürek içinde asla susmayan bir negatif ses. Nefret, sürekli telkinlerde, uyarılarda bulunup akıl almaz sözler fısıldar insanın kulağına…
Sinemanın filozofu olarak bilinen Andrei Tarkovsky’nin “Bir Delinin Haykırışı” filmini birkaç defa izledim. Benim gördüğüm düalist bir anlayış olan hayat ile gerçeklik arasına sıkışmış düşünceleri, duyguları, nefreti sinemaya davranış olarak katan, dışavurumu ortaya koymuş bir film. “Bir Delinin Haykırışı”nda başroldeki Deli Domenico şöyle der:
“Deli bir adam size, kendinizden utanmanızı söylüyorsa, ne biçim bir dünyadır burası?İçimde hangi atam konuşuyor? Hem bedenimde hem de aklımda aynı anda yaşayamam! Bu yüzden tek kişi olamıyorum. Çağımızın gerçek hastalığı,kalplerimize giden yollar gölgelerle kaplanmış. Zamanımızın gerçek kötülüğü budur. İnsanoğlu dinle! Sadece doğaya bak. Hayatın ne kadar basit olduğunu göreceksin. Bir zamanlar olduğumuz yere dönmeliyiz… Yanlış tarafa döndüğümüz noktaya, hayatın ana temellerine geri dönmeliyiz; suları, ruhları kirletmeden…“
Bir deli olan Domenica’nın dediği gibi günümüzde nefreti besleyen, bir kişiye, gruba, dine, dile, ırka, etnik kimliğe, cinsiyetçi bir anlayışa, cinsel yönelime dayalı anlayışı terk etmeliyiz. Kişinin hayata bakış açısı ne olursa olsun, insanlara karşı ön yargıya dayalı, olumsuz, saldırgan sözlerden, davranışlardan uzak durulmalı. Sevmeyi felsefi bir amaç edinen, sevgiyi özümseyen, saygı duyan, bunu prensip edinerek hayatına uygulayan insanlarının sayısının parmaklarla sayıldığı bir dünyada yaşadığımızı bilin yeter. Sevgi yoksa, çıkar ya da nefret vardır. Nefret varsa çatışma çıkar. Nefret varsa iki yüzlülük vardır.
Nefret acının morfini, kalbin kış mevsimi, insanın içinde kalan şeylerin kendisini kemirişi, karanlık tarafının göstergesi, hayata bakış açısını olumsuz yönde değiştiren enerjidir. Nefret hayatımızın hırsızı, yıkıcı, düşünsel, duygusal yükünü sürekli arttıran, sevmeme halinin kendisidir. Nefret duygusu, bireyin kendini veya başkalarını fiziksel ya da psikolojik olarak incitecek şekilde davranması, sevgiden bağımsız bir ego durumudur. Filozofların dediği gibi, sevgi ve nefret hava, ateş, toprak ve su unsurlarını hareket ettiren bu güçlerdir. Nefret bütün duygu çeşitleri arasında sahtesi olmayan en güçlü duygu. Eskiler söylerdi, insan bir çok sevdiğini, bir de nefret ettiğini unutamazmış.
Nefret kişinin kendisiyle iç çatışmasıdır. Düşünce, duygu ve davranışta kodlanmış olan tepki niteliğindeki iç sesinizin sizi eleştiren, yıpratan, değersiz hissettiren tarafını dinlemeyin. Önce kendimizi sevmekten başlamalı. Kendinizi bağışlayın, daha sonra nefret ettiğiniz insanları bağışlayın. İçinizdeki duygular arasında nefret bir kasanın içinde duran çürük bir meyve gibidir. O çürük meyveyi kasadan çıkarmazsanız kasadaki diğer meyveleri de çürütür. Siz de yaşamı zehir eden, kanser hücresi gibi insanları kasadaki çürük meyveler gibi seçip hayatınızdan çıkarın.
Hiç kimse sizden daha değerli değil. Hayatınızı içinizdeki nefret kısaltır, yaşam kalitesini düşürür. O yüzden nefret edecek kadar zamanınızı, düşüncelerinizi, duygularınızı boşa harcamayın, empati yapın, affedin. Size iyi gelen insanlarla iletişime geçin.
Şunu unutmayın, sevgi ve nefret içimizdedir. Onu büyüten biziz. George Orwell’in dediği gibi, “Bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa gerçeği söyleyenlerden o kadar nefret eder...”
Benim de sevmediğim, öfkelendiğim insanlar var. İnanın bu tür insanlar kafamda kirli ayaklarıyla dolaşmasın diye onları umursamıyor, nefret etmeye değer bile bulmuyorum.
Unutmayın, bu hayatın merkezinde siz varsınız…