Neden birileri hep değersizleştirme çabasına giriyor?
Bu soruyu bir akşam dostlarla otururken sohbetin en hararetli yerinde dillendirmiştik. Fark ettik ki, çoğu zaman biz insanlar değerli olanı küçümsemek, üreteni görmezden gelmek, yaratıcıyı yok saymak konusunda garip bir eğilim taşıyoruz. Oysa asıl olan, değer üreten insanları baş tacı yapmak değil midir? Bir toplumun ilerlemesi, değer üreten kişilerin kıymetinin bilinmesiyle mümkündür. Ama gelin görün ki, çoğu zaman en üretken, en yaratıcı olanlar bile toplumun gözünde değersizleştirilir, görmezden gelinir.
İlkel insana baktığımızda bile bu eğilimi görüyoruz. Kabile düzeninde güçlünün sözü geçerdi; bilge olanın, şifacının ya da sanatçının katkısı kimi zaman kutsanırken, kimi zaman da küçümsenirdi. Çünkü insan, kendi yetersizliğiyle yüzleşmemek için çoğu kez başkasının üstünlüğünü değersizleştirmeyi seçti. Bu, bir savunma mekanizmasıydı. Freud’un bahsettiği o ilkel savunmalar bölme, yansıtma, inkâr, idealleştirme ve ardından değersizleştirme tam da burada devreye giriyordu. İlkel insan, ulaşamadığı gücü, sahip olamadığı bilgeliği küçümseyerek kendini teselli ediyordu.
Birçok kuş türünde dişiler, kur yapma döneminde daha az gösterişli erkekleri görmezden gelir; bu durum, doğal seçilim yoluyla değersizleştirmenin biyolojik bir yansımasıdır. Örneğin erkek tavus kuşlarının rengârenk tüyleri, dişilerin tercihinde belirleyici olurken; daha soluk ve sıradan olan erkekler adeta görünmez kılınır, yani değersizleştirilir. Benzer şekilde ceylan sürülerinde güçlü erkek dişileri etrafında toplar; zayıf olanlar ise sürünün kenarına itilerek “değersiz” konumuna düşer.
Denizlerde de aynı tabloya rastlanır: Yunus gruplarında hasta ya da yaşlı birey zamanla geride bırakılır, hatta dışlanır. Acımasız görünen bu davranış, aslında sürünün hayatta kalma stratejisidir. Böcekler dünyasında ise arı kolonileri çarpıcı bir örnek sunar: Kraliçeyi tehdit eden bir aday işçi arılar tarafından ortadan kaldırılır; potansiyel değer, mevcut düzeni korumak için sıfırlanır. Kurt sürülerinde de değersizleştirmenin izleri açıktır.
Doğa, bu anlamda bize çok şey öğretir: Değersizleştirme yalnızca insanların bulduğu bir psikolojik mekanizma değildir; canlılar âleminde hayatta kalmanın ve seçilimin en sert araçlarından biridir. Fark şu ki, hayvanlarda bu davranış doğrudan biyolojik amaçlara hizmet ederken, insanlarda aynı eğilim kültürel, toplumsal ve psikolojik karmaşalara dönüşmüştür.
Tarih boyunca da örneklerini görürüz. Orta Çağ’da engizisyon mahkemeleri, farklı düşünenleri “sapkın” diyerek değersizleştirmiştir. Rönesans’ın büyük sanatçıları kimi çevrelerce deli ya da şeytanla iş birliği yapmakla itham edilmiştir. Bilim tarihinde de aynı tablo vardır: Galileo’nun cezalandırılması, Kopernik’in fikirlerinin reddedilmesi, Mendel’in çalışmalarının uzun süre görmezden gelinmesi… Hepsi aslında korkunun ve bilinmeyene karşı kaygının dışavurumudur.
Sanatta da benzer örnekler boldur. Van Gogh yaşarken değersiz ve tutarsız bir ressam sayılmış, Kafka eserlerini yayınlamakta zorlanmış, hatta kendi yazdıklarını yok etmek istemiştir. Oysa bugün ikisi de sanatın ve edebiyatın en güçlü isimlerindendir.
Felsefede Sokrates gençleri “yanlış yola saptırmakla” suçlanarak idama mahkûm edilmiş, Nietzsche ise yaşamı boyunca anlaşılamamış ve çoğu kez dışlanmış. Siyasette Lincoln gençliğinde “yetersiz” bulunmuş, Gandhi İngilizlerce küçümsenmiş ama ikisi de tarihin akışını değiştirmiştir. Kadınlarda ise Hypatia ve Marie Curie örnekleri, bilgeliğin ve bilimin cinsiyet yüzünden değersizleştirildiğini gösterir.
Tarih, değersizleştirmenin gölgesinde büyüyen değerlerle doludur. Zamanında küçümsenen pek çok isim, sonraki nesillerde sembol haline gelmiş; bu da değersizleştirmenin aslında toplumların kendi korkularını ve önyargılarını yansıttığını göstermiştir.
Günümüze geldiğimizde bu eğilim daha incelmiş, daha örtük bir hale bürünmüştür.
“Mikroagresyon” kavramı bunun en tipik örneğidir. Birini görmezden gelmek, küçümseyici lakaplarla anmak, katkısını yok saymak… Bunlar artık kaba şiddet biçiminde değil, ince ama sürekli bir psikolojik baskı olarak kendini göstermektedir. Araştırmacıların da belirttiği gibi, kasıtlı ya da kasıtsız olsun, bu tür davranışlar bireylerin benlik değerini zedelemekte, toplumsal yaşamı da yavaş yavaş çürütmektedir. Mikroagresyonların en tehlikeli yanı, çoğu kez fark edilmeden uygulanmasıdır. Küçük bir bakış, küçümseyici bir mimik ya da “şaka” gibi görünen bir söz, bireyin ruh dünyasında derin yaralar açabilir.
Nietzsche’nin nihilizmi burada hatırlatıcıdır: En yüksek değerlerin değersizleşmesi, bir amacın eksik kalması ve “niçin?” sorusuna cevap verilememesi. Bugün sohbetlerimize baktığımızda, çoğu zaman bir şeyleri geçici olarak idealize edip ardından hızla değersizleştirdiğimizi görürüz. Dini ya da dünyevi fark etmeksizin, hiçbir kutsal kalmamıştır. Sanat, bilim, düşünce hepsi kısa sürede tüketilip ardından değersiz kılınmaktadır. Böylece bir kısır döngü oluşur: Kalite düştükçe daha çok değersizleştirme yapılır, değersizleştirme arttıkça kalite de düşer. Bu döngüden çıkmak ise hiç kolay değildir.
Ama belki de asıl sorumuz şudur: İnsanlık olarak değer vermeyi yeniden öğrenebilecek miyiz?
Ezop’un masalındaki tilki gibi ulaşamadığımız üzümleri ekşi ilan ederek mi yaşayacağız, yoksa gerçekten değerli olanı kabul edip onunla yüzleşebilecek miyiz? Hayatta bazen ulaşamadığımız hedefleri küçümseyerek teselli buluruz; bu, “ekşi üzüm etkisi”dir. Ancak bu etkiyi sürekli hale getirdiğimizde, hem kendimizi hem çevremizi değersizleştirmiş oluruz.
Değersizleştirme, belki doğamızın bir parçası. Ama unutmayalım: Hayvanlar içgüdüleriyle küçümser, bizler ise aklımızla, dilimizle, kültürümüzle bunu derinleştiririz. Yine bizler, o akılla ve kültürle, değer vermeyi yeniden inşa etme kudretine de sahibiz. Belki de ilk adım, değer üreten insanlara hak ettikleri kıymeti vermek; onları yüceltmek yerine küçümseyen değil, onların ışığında yolunu bulan bir toplum olmayı seçmektir. Değersizleştirme, özünde başkasına değil, insanın kendi yetersizliğine açtığı savaştır.
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: