Babam bir muhalifti. Ve mutsuzdu. Muhalifler mutsuz olur, derdi. Pek anlayamazdım ne anlama geldiğini.
Sık sık “Benim ömrüm bu memlekette demokrasi görmeye yetmeyecek” diye hayıflanırdı. Sabahları kahvaltı masasında bir yandan çayını içip, bir yandan günlük gazetelere göz atarken iç çeker, kafasını sallardı. Aslında bütün haberleri herkesten önce bilirdi; gazetede musahhih olarak çalışıyordu-Anneannem musahhih, annem bazen düzeltmen, bazen de redaktör derdi. Haberleri daha önceden bilmesine rağmen baştan aşağı, dikkatlice bir daha okurdu, gazeteleri. Bazen hiçbir şey söylemeden kalkar, evden çıkar giderdi.
Akşamları eve erken geldiği, birlikte yemek yediğimiz pek enderdi. Genellikle arkadaşları ile meyhaneye gider, biz uyuduktan sonra eve gelirdi. Geldiğini uykumuzun arasında boğuk boğuk öksürmesinden anlardık. Bir de annemin bağırtısından, çağırtısından. Huysuz bir adamdı, babam; bunu da muhalifliğine bağlardı. Doğrusunu söylemek gerekirse huysuz muydu, değil miydi karar vermek zordu. Güler yüzlüydü, iri cüssesine, kaba görünüşüne rağmen kibardı. Herkes severdi onu. Yakasına kırmızı bir karanfil takardı, hep. Belki de kıskandığından annem kızardı yakasına karanfil takmasına, anlam veremezdi. O da sen anlamazsın, der geçiştirirdi. Zaten, galiba, annemle anneannemin dışında onun huysuz olduğunu söyleyen de yoktu.
Babam nasıl biriydi? Kendi söylediği için anlamını bilmesem de muhalif olduğunu biliyordum. Peki, huysuz muydu, mutsuz muydu, kaba mıydı, kibar mıydı, anneannemin dediği gibi sorumsuz muydu karar veremiyordum. Belki de hepsiydi; renkli bir adamdı, benim babam.
Gece yarısı kavgalarının konuları çoklukla, geçim sıkıntısı ve babamın sorumsuzluğu üzerineydi. Annem bağırır çağırır, sonra ağlardı.
“El âlemin karılarına dikiş dikmesem aç kalırız. Sense çoluk çocuğunun rızkını meyhane köşelerinde yiyorsun” diye bağırırdı.
Babam, önceleri sakin sakin derdini anlatmaya çalışırdı. Meyhane dostlarıyla bir arada, bir nebze olsun mutlu olabildiği bir mekandı. Babamın arkadaşı Enis amcanın dediğine göre ikinci kadehten sonra her gece memleketi kurtarıyorlardı.
Kardeşimle birlikte kafamıza çektiğimiz yorganın altından sıkıcı bir filmin tekrarı gibi hemen her gece, yattığımız yerden kapının aralığından gördüğümüz oturma odasında cereyan eden bu kavgaları endişeyle izlerdik. Babam hayret eden bir surat ifadesiyle annemi dinler, annemin bağırtıları kesilmeyince sinirlenip küfrederdi. Annem ağlayarak yatak odasına çekilir, sertçe kapısını kapardı. Kapının arkasından uzun süre hıçkırıklarını duyardık. Sonra kesilirdi sesi; bu uykuya daldığının işaretiydi.
Babam uzun süre başı ellerinin arasında, koltuğa ayaklarını uzatıp oturur, bir süre sonra ayağa kalkar, sigara yakar, zulasındaki rakı şişesini çıkarır, meyhanede içtiği yetmemiş gibi yeniden içerdi. Zihnini toplaması için gerekli olduğuna inanırdı, bunun. Remington marka portatif daktilosunu masanın üstüne koyar, şaryoya kağıdı yerleştirir yazmaya başlardı. Gazeteden aldığı maaş yetmediği için Yeşilçam senaryoları yazardı. Daktilosunun tıktıkları gecenin o saatinde bize ninni gibi gelir, yeniden uykuya dalardık. Alışmıştık bu tıktık seslerine. Sabahın erken saatlerine kadar yazardı. Tıktıkların ritminden hikayenin seyrini anlardık. Senaryoda heyecanlı bölümleri yazarken babam da konuya kendisini kaptırır, hızlı atan kalp atışları gibi daktilonun tıktıklarının hızı artardı. Bu zamanlarda sigara dahi içmez, aralıksız yazardı. İyi şeyler yazmışsa sabah bizi erkenden kaldırır yazdıklarını okur, kendisi gibi beğenmemizi isterdi. Çok güzel şeyler yazardı. Annem bile bütün kızgınlığını unutur, gevşerdi. İyi insanlar hep mutlu olurdu, kötüler cezalarını bulurdu, hikayelerinin sonunda. Sevgililer birbirlerine kavuşurlardı. Tersini yazmaya kalksa da biz onaylamaz, hikayeyi değiştirmesini isterdik.
***
Annem dikiş dikerdi. Sabah gün ağarmadan kalkardı. Çoğu zaman babam hala daktilosunun başında senaryolarını yazıyor olurdu, o saatlerde. Annem çok hamarattı; evin işlerini erkenden bitirirdi, sonra dikiş makinesinin başına geçerdi. Bize Amerikan bezinden donlar dikerdi, okul önlüğümüzü, kendisine, eşe dosta elbiseler dikerdi. Öğleden sonra mahalleli kadınlar gelirdi eve; annem, onlara pazenden, emprimeden, basmadan model model elbiseler dikerdi. Dikişini herkes beğenirdi; iyi terziydi, hem de ucuzcuydu. Başka mahallelerden de kadınlar gelirdi, elbise diktirmeye. Bu yüzden de işi hiç eksik olmazdı.
Anneannem iyi kahve falına bakardı. “İçtiğimiz kahvedir / Etrafı telvedir. / Ey kahve perisi / Gönlümdekini bildir” diye başlardı kahve falına bakmaya. Elbise diktirmeye gelen kadınların dışında kahve falı baktırmak isteyen, sohbeti seven kadınlar da gelirdi, evimize. Oturma odamız her zaman mahallenin kadınları ile dolu olurdu. Bu hiç de şikayet edilecek bir durum değildi. Babam evde olmadığı için ve kardeşimle beni de erkekten saymadıkları için sere serpe otururlardı. Açık saçık hikayeler anlatır, gülüşürlerdi. Halbuki ben, o zamanlar erkekliğimi yeni yeni fark etmeye başlamıştım. Kadınlar prova için annemlerin yatak odasında elbiselerini giyerlerdi. Ben ve kardeşim kimse görmeden, önceden odaya girer, yorganların, döşeklerin istiflendiği yüklüğe saklanır, yüklüğü kapatan perdenin aralığından soyunan kadınları seyrederdik.
Dertleşme mekanıydı evimiz. Kadınların hemen hemen hepsi eşe dosta belli etmemeye çalışsalar bile mutluluğu bulamamışlardı, evliliklerinde. Mahallemizin kocasız kocayan kızları vardı. İffet köşedeki bakkalın karısının adıydı. Provasız dikilen elbiseler gibiydi evlilikler. Kapılar kilitli, kepenkler inikti.
Allah’tan ki bizim de mahallenin bütün erkeklerinin yüreğini hoplatan bir Fahriye ablamız vardı. Yoksa aşk, babamın senaryolarını yazdığı filmlerdeki bir fantezi olarak kalacaktı.
***
Basit bir ayakkabı çekeceğinin iş bulmama neden olacağını düşünemezdim. Annemle birlikte kardeşime ayakkabı almak üzere çarşıya çıkmıştık. Eminönü’nde büyükçe bir mağazaya girdik. Elimde işportadan aldığım bir tarafı gazoz açacağı, öbür tarafı ayakkabı çekeceği olan bir şeyi elimde sallıyordum. Dükkan sahibi gülerek;
“Küçük bey bizim işe yatkın galiba” diye takıldı.
Annem benim elimde çekeceği sallayarak laubali bir şekilde dolaşmamdan rahatsız olmuş, pantolonumdan çekiştirerek, mahcup bir yüz ifadesiyle gülümsedi.
“Okullar tatil olunca bize gelsin. Çalışır, hayatı öğrenir” dedi dükkancı.
Bu sözü benim ciddiye alacağımı bilerek mi söylemişti, ayakkabıcı? Ama ben ciddiye almıştım; okullar kapanır kapanmaz ayakkabıcı dükkanına gittim. Hemen o gün işe başladım. Çırak olarak erkekler reyonunda çalışıyordum. Sağa sola koşturup diğer tezgahtarların isteklerini yerine getiriyor; vitrindeki, teşhirdeki ayakkabıların tozlarını alıyor; müşterilerin deneyip de almadığı ayakkabıları kutularına yerleştirip, yerlerine kaldırıyordum. Dükkan yoğunlaşınca diğer tezgahtarların yetişemediği müşterilere satış yapıyordum. Fırsat bulunca dükkanın önüne çıkıp vitrine bakanları “Buyurun içeride daha değişik modellerimiz var” diyerek dükkana davet ediyordum.
Kadınlar reyonunda çalışan, benden birkaç yaş büyük Nafiz’le arkadaş olmuştuk. Dükkanın kapalı olduğu öğle aralarında birlikte dolaşıyor, yemek yiyorduk. Bana dükkana gelen kadınların ayakkabılarını giydirirken gözünün ucuyla kaçamak bakışlarla gördüğü bacakların güzelliğini anlatıyordu. Ben de kadınlar reyonunda çalıştığı için kıskanarak büyük bir heyecanla anlattıklarını dinliyordum.
Bir gün öğle arasında yine beraber çıktık. Seyyar köfteciden yarım ekmeğe bol soğanlı tükürük köftesi alıp, Galata Köprüsü’nden Karaköy’e geçtik. Köprünün üzerindeki işportacıdan bir paket jilet alıp, olmayan sakallarımızı tıraş ettik. Nafiz’e göre biz artık erkek olmaya başlamıştık. Böyle yaparsak sakallarımız daha erken çıkardı. Beni çok güzel bir yere götüreceğini söyledi. Karaköy’de ara sokaklardan birinde çekinmememi söyleyerek elimden tuttu, beni arkasında sürükleyerek kalabalığın arasından kapıdaki bekçilere görünmeden genelevin sokağına girdik. İkimiz de lokma kadar çocuklardık. Fark edileceğiz diye ödümüz kopuyordu. Ancak kimse kimsenin farkında değildi. Evlerin pencerelerine yığılmış adamlar içeri aç gözlerle baktıktan sonra ya gözlerine kestirdikleri bir kadınla yatmak için eve giriyorlar, ya da başka bir evin penceresine seyirtiyorlardı.
Aralarına karışıp bir pencereye yanaştık. İçeride yarı çıplak kadınlar sere serpe oturmuşlar, davetkar bakışlarla pencereden bakanları süzüyorlardı. Bizim eve dikiş için gelen kadınları dikizleyerek gördüklerimizi, Nafiz’in kadınlar reyonunda gördüklerini, bütün hayallerimizi aşan şeylerdi gördüklerimiz. Bir süre sonra alıştık; o pencere senin bu pencere benim dolaşmaya başladık. Mahalledeki arkadaşlarıma anlattığımda beni ne kadar kıskanacaklarını düşündüm. Pencere önüne gelip kalabalıktan içeri göremeyenler “Bakanlar çekilsin, senatörler geldi” diyorlardı. Uzunca süre içeri bakıp, yeterli bulanlar pencerenin önünden çekilip, yeni gelenlere yerlerini terk ediyorlardı.
Gene bir pencerenin önünde içeri uzunca süre üstünde yalnızca bir külot olan kadınlara doyasıya baktıktan sonra arkadan gelen “Bakanlar çekilsin senatörler geldi” uyarısı ile pencerenin kenarından ayrılıp arkama döndüğümde babamla burun buruna geldim. Birdenbire kanım dondu. En beklemediğim bir anda babamla karşılaşmıştım. O da beni görmüştü. Ufak bir tereddütten sonra Nafiz’i orada bırakıp, sokaktan aşağı kaçmaya başladım. Bir ara baktığımda babamın kalabalığı yarmaya çalışarak arkamdan koştuğunu gördüm. Hiç durmadan koşarak Karaköy Köprüsünden geçtim. Mısır Çarşısı’nın içinden geçip, Tahtakale’de bir hanın merdivenin altında tenha bir yere saklandım. Kaçmıştım ama akşam eve gittiğimde babam olan bitenin hesabını soracaktı.
Babam her zamankinden erken gelmişti eve. Bense eve gitmeyip mahallede çift kale maç yapan çocukların arasına karışmıştım. Onlar evlerine dağılınca bir duvarın dibine çöküp oturdum. Babam beni duvarın dibinde buldu. Kulaklarımdan yakalayarak eve kadar sürükledi. Bahçede eşek sudan gelinceye kadar dövdü. Annem araya girmeye çalışıyor, beni babamın elinden almaya çalışıyordu, ama beceremiyordu. Babam çok öfkelenmişti. Annem olan biteni anlayamamıştı, sebebini sorduğunda “O ne halt yediğini bilir” diye cevap veriyordu, babam.
Dayak faslı bittikten sonra “Bu, artık o dükkana gitmeyecek. Derslerine çalışsın” dedi.
***
Yediğim dayağın etkisiyle sabaha kadar uyuyamadım. Babamsa her zamankinden farklı olarak erkenden yatmış uyuyordu. Horultusu kardeşimle yattığımız odaya kadar geliyordu. Kardeşim de olan biteni anlamamakla birlikte çok üzülmüş, o da uyuyamamıştı. Sabah babam evden çıkana kadar yataktan çıkmadım. Kahvaltıda da bir şey yemedim. Dere kenarına gidip saatlerce amaçsızca dolaştım. Dereye taş atıp kurbağaları kaçırmak bile içimden gelmedi. Mahalleye döndüğümde eğri sahada çift kale maç yapan arkadaşlarımın arasına da karışmak istemedi canım. Suçluydum, en olmayacak yerde babama yakalanmıştım. Kardeşim beni neşelendirmek için elinden geleni yapıyordu. Annemin gönderdiği sana yağ sürülmüş, üstüne toz şeker serpilmiş ekmeği de yemedim. Bana armağan edeceği en güzel cam bilyelerini, topacını da kabul etmedim.
Duvar dibinde kös kös otururken kardeşim heyecanla yanıma geldi. Fahriye abla provaya gelecekti, bizim eve. İlgilenmemiş gibi görünsem de bu haber kanımı harekete geçirmişti. Nazlana nazlana eve döndüm. Balkon penceresinden eve girdik. Yatak odasındaki yüklüğe tırmanıp, üst üste istiflenmiş yorganların döşeklerin üstüne yatıp, perdesini kapatıp, gizlendik. Bir hafta önce mahalleye gelen hallaca çırptırılıp kabartılan pamuğun doldurulduğu döşekler yumuşacıktı. Geceden uykusuzduk, dalmışız. Birden kapı açılınca uyandık. Annem Fahriye abla ile birlikte içeri girdi. Elinde teğellediği Fahriye ablaya diktiği yeni elbise vardı. Annem elbiseyi bırakıp dışarı çıktı. Fahriye abla soyunurken, ben ve kardeşim heyecandan nefesimizi tutmuş, gizlendiğimiz yüklükten bakıyorduk. Hiçbir şeyden haberi olmayan Fahriye abla üstünü çıkardı. Pürüzsüz cildi, dolgun göğüsleri, iri kalçaları, lüle lüle saçları ile ne güzel bir komşumuzdu, Fahriye Abla! Nefes bile almaya korkuyorduk. Kasıklarıma hücum eden kanın sıcaklığını hissediyordum. Kardeşim kıkırdıyordu; bunun bir oyun olduğunu zannediyordu. Ne bilsindi? Sesimiz duyulacak diye ödüm kopuyordu. Elimi ağzına tıkayıp susturdum.
***
Bir sene kadar babam hep ciddi bakışlarla bana bakıp, hiçbir şey söylemeden süzdü. O gün olanlar aramızda bir sır olarak kaldı; hiç konuşmadık. Babam da beni nerede yakaladığını anneme anlatabilecek durumda değildi, zaten. Bense fantezilerimi süsleyen Hayat, Ses, Pazar mecmualarından kesip, bir harita-metot defterine yapıştırdığım içimi gıcıklayan kadın resimlerinin yardımıyla çatı arasında cinsel deneyimlerimi sürdürüyordum.
***
Güneşli bir bahar günüydü. Ağaçlar çiçek açmış, kuşlar neşe içinde ötüşüyorlardı. Son dersimiz tarihti. Tarih öğretmenimiz yeni mezun, genç ve güzel bir kızdı. Derste pencerenin önünde dikilmiş hiç konuşmadan dalgın dalgın dışarıya bakıyordu. Sıra arkadaşım muzip muzip sırıtarak dedikoduyu kulağıma fısıldadı: Tarih öğretmenimiz beden eğitimi öğretmenimize aşık olmuştu.
Uzunca bir süre pencerenin önünde dikildikten sonra tarih öğretmenimiz sınıfa döndü:
“Ölenlerin arkasından konuşulmaz, çocuklar” dedi. “Bu yüzden de tarih anlatamıyoruz.”
Şaşkınlıkla yüzüne baktığımızı görünce onun da gülesi geldi:
“Bahar gelmiş, hava güzel, güneşli. Sınıfa tıkılmayın. Erken çıkabilirsiniz. “
Sıra arkadaşım yine muzip muzip sırıtarak;
“Gelince bahar ayları, gevşemiş gönül yayları” dedi.
Tarih kitabının sayfalarındaki bütün ölmüş büyükleri; Hamurabi’yi, Büyük İskender’i, Timurlenk’i, IV. Murat’ı, ve hatta Sezar’ı Kleopatra’yı, Napolyon’u Josephine’i, Baltacı Mehmet Paşa ve Katerina’yı rahmetle anarak, derslikten fırlayıp, sevinçle bahçeye çıktık, evlerimizin yolunu tuttuk. Ben yine her zamanki yolumdan dere kenarından yürüyerek, suya attığım taşlarla kurbağaları ürkütüp, kaçırarak döndüm.
Eve geldiğimde annemi salya sümük ağlarken buldum. Polisler babamı gazeteden alıp götürmüşler, gözaltına almışlardı. Anneannem Örfi İdare olduğunu söylüyordu. Ne anlama geldiğini bilmediğim bu “Örfi İdare” ya da annemin dediği gibi “sıkıyönetim” lafını sonraki yıllarda da hep duydum. Babama kötülük yaptıklarına göre iyi bir şey değildi. Babamın gazeteden arkadaşı Enis amcaya göre bu sıkıyönetim hayatımızdan hiç eksik olmamıştı. Babam daha sonra tutuklandı. Arkadaşları ile birlikte çıkardıkları edebiyat dergisinde yazdığı şiir nedeniyle tutuklamışlardı. Böylelikle babamın muhalifliğinden, mutsuzluğundan, huysuzluğundan başka bir yönünü de keşfetmiş oldum: Babam aynı zamanda bir şairdi, gizli gizli şiir yazıyordu.
Anneannem ortalıkta söylenerek dolaşıyordu:
“Sorumsuz adam; senin çoluğun çocuğun var, sana mı kaldı memleketi kurtarmak!..”
***
Çok uzun süre kalmadı babam hapiste. Başına gelenler yetmezmiş gibi gazetedeki işinden de atıldı. Günlerce gazete gazete dolaşıp iş aradı, bulamadı. Artık karnını doyurmak için senaryo yazmaktan başka işi kalmamıştı. Zaman da kötüydü. Televizyon insanları eve bağlamış, Yeşilçam’ın altın yılları geride kalmış, bir çıkış yolu arayan sinemacılar seks filmleri çekmeye başlamışlardı. Başka çaresi yoktu. Hoşnut olmasa da ardı arkasına çekilen çekilen seks filmlerine senaryolar yazmaya başlamıştı, babam. Yazdıklarından utanıyordu, ama ne yapsındı ekmek parası… Pek bilinmesini istemezdi yazdıklarının. Artık bize okuyup paylaşmıyordu da.
Yine gece yarısından sonra, daktilo tıktıkları ile sabaha kadar senaryolar yazıyordu. Tıktıklar ninni olmaya devam ediyordu. Sanki babamın daktilosunun sesi olmasa uyuyamayacaktım. Tıktıkların temposu arttığında hikayede gerilimin arttığını anlıyorduk. Heyecandan hızlı çarpmaya başlayan kalbinin sesi gibi tıktıkların hızı da artıyordu. Babam anlattığı hikayenin havasına girerek, bir ara yazmayı kesiyor, içeri odada yatan annemin yanına sessizce süzülüyordu. Bütün bunları daktilo sesinin kesilmesinden, kapı gıcırtısından, annemin “Senin hiç uykun gelmez mi?!.” diye şikayetlenen uykulu sesinden anlardım. Bir süre sonra babam pantolonunu çekiştirerek odadan çıkar, daktilosunun başına geçerek yazmaya devam ederdi.
***
Anneannemin fal bakma merakının hayatımı olumsuz etkileyeceğini bilemezdim. Fahriye ablanın uzak semtlerden bir kısmeti çıkmıştı. Hiç itibar etmezdi Fahriye abla görücü gelenlere, pek çoğunun yanına bile çıkmazdı. Yeni kısmeti Kapalıçarşı’da dükkanı olan, hali vakti yerinde bir adamdı; uzaktan hısımları oluyordu.
Anneannemin “Sana bir bakış bakacak / Kalbini içten yakacak / Sen ne kadar dirensen de / Seni koluna takacak” diye baktığı kahve falından etkilenip evleniverdi, adamla. Nişan, düğün derken mahalleden uçuverdi, Fahriye Abla.
Aylarca kendime gelemedim. Yemekten içmekten kesildim. Dikişe gelen kadınların arasında saatlerce oturup, Fahriye abladan söz ederler mi diye, konuşmalarını dinliyordum. Ara sıra annesini, ablasını görmeye geliyormuş; hamileymiş; aslında pişmanmış. “Herif, ayı. Bir ayı ile evlendi, güzelim kızcağız” diyorlardı.
İyice süzülüp zayıflamıştım. Annem babam sebebini bilmediklerinden akıl erdiremiyorlardı benim bu halime. Bütün bu olanlara anneannemin baktığı falın neden olduğu düşüncesiyle ona da küstüm, iki bayram üst üste elini öpmedim.
***
“Bu çocuk ancak yatılı okulda adam olur” diye babam beni annemin bütün karşı çıkışlarına rağmen askeri okul imtihanlarına soktu. Oğlunun subay olup, darbe yapmayan bir general olmasını istiyordu belki de. Aslında kazanmamak elimde idi. Sınav sorularını cevaplamazsam kazanamazdım. Ama nedense bir sebep bulamadım. Artık Fahriye ablamız yoktu, mahallede. Belki de bu kırgınlıkla bütün soruları yaptım. Ben de evden, mahalleden uzaklaşmak istiyordum.
Ancak hafta sonlarında geliyordum eve. Bazen dersleri bahane edip okulda kalıyordum. Büyümüştüm; babam benim artık tam bir erkek olduğumu söylüyordu.
***
Bir hafta sonunda eve geldiğimde seneler sonra misafirliğe gelmiş Fahriye ablayı görmek çok hoş bir sürpriz oldu. Çocuğu olmuştu; yanında getirmişti. Çok sevindim, heyecanlandım. O da beni görünce sevindi, sarılıp yanaklarımdan öptü. Yine çok güzeldi. Teninin de çok güzel koktuğunu ilk kez o zaman fark ettim.
“Kocaman yakışıklı bir delikanlı olmuşsun” dedi.
“Yakışıklı” lafını Fahriye abladan duymak dünyanın en güzel şeyiydi. Oturduk uzun uzun konuştuk, hal hatır sorduk birbirimize.
Gece babam eve yine sarhoş gelmişti. Bildik bağırış çağırış ve kavgalardan sonra annem kapıyı çarpıp odasına girdi. Uzun süren bir sessizlik olmuştu. Bir türlü uyuyamıyordum. Babamın daktilosunun tıktıkları olmasa uyuyamayacaktım. Yatakta bir o tarafa, bir öbür tarafa döndüm, nafile. Bir türlü uyuyamıyordum. Dayanamadım, merak edip kalktım. Babam niye yazmıyordu. Oturma odasının kapısında içeri bakınca şaşırdım. Babam bir bilgisayar almıştı. Ses çıkarmayan bilgisayar klavyesinin başında sigarasını yakmış tıkır tıkır senaryosunu yazıyordu. Yaşlandığını fark ettim babamın. Muhalif ve mutsuz yaşlanmıştı. Gözlüksüz okuyup yazamıyordu. Yanına gittim, dizlerinin dibine çöktüm.
“Ne oldu, uyuyamadın mı?”
“Uyuyamadım Daktilo tıkırtısı ninni gibi geliyordu. Onun sesi olmayınca uyuyamadım.”
“İstediğin o olsun” dedi.
Bilgisayarında daktilo sesi efekti veren bir program vardı. Ayarlarını yaptı, bilgisayarından yazarken daktilo sesi çıkmaya başladı.
Not: Bu yazı Kanguru Yayınları tarafından basılan “Yitik Zamanlar Dükkanı” isimli öykü kitabımdan alınmıştır. Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.