20. yüzyılın son yıllarında, uzun süredir devam eden ‘Soğuk Savaş’ bitmiş, komünizm yenilmiş, liberal kapitalizm büyük bir kibirle zaferini ilan etmiştir. Öyle ki kimileri tarihin sona erdiğini, liberal kapitalizmin bundan böyle insanlığın yegane ideolojisi ve yaşam biçimi olacağını haykırmaktadır fütursuz bir öz güvenle.
Tam bu yıllarda hız kazanan küreselleşme olgusu, bilgi teknolojisi eşliğinde ilerlemekte ve bir süre sonra koca dünyayı her an her yerine ulaşılabilen küçük bir köy haline getirmektedir. Büyük şirketler, arkalarına aldıkları güçlü küreselleşme ve kapitalizm rüzgarıyla, bir ahtapotun kolları gibi tüm dünyayı sarmakta, ürettiklerini müthiş bir reklam kampanyası ve özendiricilikle satmaktadırlar. Bu tüketim ve yeniden üretim çarkı küresel şirketleri daha da büyütmekte, insanlarıysa kapitalizmin birer kurşun askeri ya da müşteri yapmaktadır.
Öte yandan tüketimin ve konforun sahte çekiciliğiyle kapitalist bir rüyaya dalmış bulunan insanlar, daha fazla tüketebilmek için sürekli çalışmakta ve didinmekte. Daima kendini yeniden üreten çalışma ve tüketme girdabındaki modern birey gittikçe bilincini yitirmekte, düşünmemekte, kendisine ve topluma yabancı birer robota dönüşmektedir adeta.
Zaman ilerlemekte, inanılmaz güçleriyle devletlerin de üzerine çıkan şirketler ruhlarını fethedip hayatlarını çaldıkları insanları yeni bir tüketim dalgasıyla rehin almakta, bireyler büyük paralar vererek satın aldıkları bilgisayarları ve akıllı telefonlarıyla bütün gün tıpkı bir oyuncak gibi oynamakta, eğlenmekte, girdikleri sanal dünyanın derinliğinde çevrelerinden kopup kaybolmaktadır.
Paranın ve maddenin kutsandığı bu dünyada, bir tarafta sürekli sermayelerini büyüterek güçlenen büyük şirketler, diğer tarafta da çalışan tüketen ve hep daha fazlasını tüketmeye şartlandırılmış insanlar vardır. Toplumların geleneksel değerlerini parçalayan, içlerini boşaltan ve şekilden ibaret kılan bu dev kapitalist makine, hızını daha da arttırarak ilerlemekte ve engel tanımamaktadır.
Doğayı talan eden, nefes almayı gittikçe zorlaştıran, insanları teknolojik oyuncaklarıyla sürekli oynayan birer varlığa dönüştüren bu sistem, aslında yaşamı çok zorlaştırmakta ve insanları gittikçe artan bir şekilde mutsuzlaştırmaktadır.
Paranın diktatörlüğü altında, daha fazla para ve tüketim hırsının kırbacıyla hızlı, her daim meşgul ve mutsuzca yaşayan modern insan, aslında neler olup bittiğini kavrayamamakta, sistemin bir rehinesi olarak yaşamaya devam etmektedir.
Derken günün birinde dünyanın bir köşesinde bir virüs ortaya çıkar. İlk defa görülen bir şeydir ve aşısı yoktur. İnsanlar birer birer ölmeye başlayınca, teknolojinin hayatlarını sarıp sarmaladığı, bir çok şeyi kolayca ve hızla yapabilen, otonom arabaları tasarlayan, yapay zekayı geliştiren ve insanların yaptıkları bir çok şeyi artık robotlar yapabilecek diye övünen kibirli şirket yöneticileri ve tüm insanlar büyük bir şaşkınlıkla ve korkuyla kalakalmışlardır. Paraları, teknolojileri ve sınırsız konforları, bir virüsün karşısında anlamını yitirmiş ve adeta hiçleşmiştir. Korku ve dehşet içinde ne yapacaklarını düşünen insanlar, bütün metalarını ve lükslerini bir yana bırakıp, kendilerini izole ederek korunmaya çalışmaktadırlar.
Ölümler artmaya ve tüm dünyaya yayılmaya başladıkça, modern bireyin korkusu daha da artmaktadır. Maddeden, tüketimden ve konfordan inşa ettiği cam köşkü bir anda darmadağın olmuş, yaşadığı korku ve dehşet onu kapitalist rüyasından uyandırmaya başlamıştır. Adeta kara bir ütopyaya dönüşen bugünkü yaşantımızın, hepimizi ama hepimizi derinlemesine düşündürmesi, neden böyle oldu sorusunu kendimize sordurması ve daha yaşanabilir bir dünyanın kapılarını zorlamamıza vesile olması dileğiyle.
Distopya: Kara ütopya