2000’li yılların başında Türkiye, kronik enflasyon ve krizlerle geçen bir dönemin ardından yeni bir başlangıç yapmıştı.
Güçlü ekonomiye geçiş programı, bankacılık reformları ve AB süreciyle birlikte büyüme hızla ivme kazandı. 2002-2008 arasında ortalama büyüme oranı yüzde 6’yı aştı, kişi başına gelir 3.000 dolardan 10.000 dolar seviyelerine çıktı.
Ancak o yükseliş hikâyesi 2013’te durdu. Türkiye’nin kişi başına geliri 12.600 dolar civarında takılı kaldı, aradan geçen on yılda neredeyse yerinde saydı. Oysa aynı dönemde Polonya gelirini ikiye katladı, Güney Kore 47 bin dolar sınırını aştı.
Sorunun yanıtı basit görünse de kökü derinlerde: Türkiye büyüdü, ama verimlilik yaratmadan, yapısal dönüşüm yaşamadan büyüdü.
Dünya Bankası verilerine göre Türkiye’nin satın alma gücü paritesine göre kişi başına geliri 2000 yılında 8.500 dolar civarındaydı. 2013’te 12.600 dolara çıktı, 2024 itibarıyla hâlâ 13.000 dolar civarında seyrediyor.
Bu tablo, büyüme ile zenginleşme arasındaki farkı açık biçimde gösteriyor. Türkiye üretimini artırmış olabilir, ancak kişi başına düşen refah yerinde sayıyor.
Bunun en önemli nedeni, büyümenin yatırımdan çok tüketime ve inşaata dayanması. İnşaat, kamu harcamaları ve kredi genişlemesiyle desteklenen büyüme modeli kısa vadeli ivme yaratıyor ama sürdürülebilir kalkınma üretmiyor.
Zenginleşmeden büyümenin nedenleri:
- Küresel sermaye bolluğunun bitişi:
ABD ve Avrupa’da faizlerin artmasıyla ucuz dış finansman dönemi sona erdi. Türkiye gibi dış kaynağa bağımlı ekonomiler bu dönüşüme hazırlıksız yakalandı. - Reformların rafa kalkması:
2000’lerin başında başlatılan yapısal reform süreci, 2010 Anayasa değişikliği sonrası rafa kaldırıldı. Ekonomide şeffaflığı azaltan belirsizliği arttıran yasal düzenlemeler yatırımcı güvenini sarstı. - Kurumsal zayıflama:
Merkez Bankası bağımsızlığı ve veri güvenilirliği tartışmaları, mali tedbirler konusundaki isteksizlik yatırım ortamını olumsuz etkiledi. - Dışa bağımlı üretim yapısı:
Türkiye’nin ihracatı artsa da ithalatla yüksek oranda bağlantılı kaldı. Katma değeri düşük ürünlerle döviz kazancı sınırlı kaldı.
Bu nedenlerle 2010 sonrası dönem, yüksek büyüme oranlarından çok düşük verimlilik ve yüksek enflasyonla anıldı.
Ekonominin en dikkat çekici yönlerinden biri de, milli gelirde sanayinin payının yerinde sayması. 2000 yılında GSYH’nin yaklaşık dörtte birini oluşturan sanayi sektörü, bugün yüzde 21 seviyesinde. Buna karşın hizmet sektörü —özellikle inşaat, finans ve perakende— büyümenin motoru haline geldi. Bu tablo, Türkiye’nin “üreten değil, tüketen” bir ekonomi yapısına evrildiğini gösteriyor. Sanayi üretimindeki bu zayıflama, ihracat gelirlerinin artmasına rağmen döviz kazancının sınırlı kalmasının da temel nedeni.
Polonya ve Güney Kore ne yaptı da fark yarattı?
Polonya, 2004’te AB’ye üye olduğunda kişi başına geliri Türkiye’ye çok yakındı. Ancak AB fonlarını sanayi modernizasyonu, lojistik ve Ar-Ge yatırımlarına yönlendirdi. Bugün ihracatının üçte ikisi yüksek katma değerli ürünlerden oluşuyor.
Güney Kore ise 1980’lerden beri sanayileşmeyi bilgi ve teknolojiyle birleştirerek kalkındı. Ar-Ge harcamalarını GSYH’nin yüzde 5’ine çıkardı, dünya markaları yarattı.
Türkiye ise aynı dönemde kamu kaynaklarını çoğunlukla altyapı, enerji ve gayrimenkul yatırımlarına yöneltti. Sonuçta, binalar yükseldi ama katma değerli üretim aynı hızda büyümedi.
| Ülke | 2000 | 2013 | 2024 | Artış Oranı |
| Türkiye | 8.500 | 12.600 | 13.000 | +52% |
| Polonya | 12.000 | 23.000 | 34.000 | +183% |
| Güney Kore | 21.000 | 33.000 | 47.000 | +124% |
| Dünya Ortalaması | 10.000 | 14.000 | 19.000 | +90% |
Ekonomik büyümenin kalıcı olabilmesi için verimliliğin artması gerekir.
Türkiye 2000–2013 arasında emek ve sermaye katkısıyla büyüdü, ancak 2013 sonrasında toplam faktör verimliliği (TFV) neredeyse durdu.
OECD ortalaması yüzde 1,5’lik yıllık verimlilik artışı yakalarken Türkiye’de bu oran 0,2’nin altına indi.
Bu, üretimde teknoloji, dijitalleşme ve eğitim reformları olmadan sürdürülebilir zenginleşmenin mümkün olmadığını gösteriyor.
Son yirmi yılda Türkiye ekonomisi rakamsal olarak büyüdü; yollar, köprüler, şehirler gelişti.
Ama kişi başına refah, rekabet gücü ve teknoloji üretimi aynı ölçüde büyümedi.
Artık mesele “ne kadar büyüdük” değil, “nasıl büyüyoruz” sorusuna yanıt vermek.
Kalkınmanın yolu, kısa vadeli teşviklerden değil; eğitim, üretim, teknoloji ve kurumsal güvenin yeniden inşasından geçiyor.
Ekonomi sayılarla değil, zihniyetle dönüşür. Büyümenin ötesinde çağın gereklerine uygun vizyon olmadan bu kısır döngüden çıkamayacağız.
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları:
