Çağımız dünyasında ekonomik sistemlerin merkezinde yer alan, makro ekonomik dengelerin tutturulmasında ve korunmasında hükümetlerle birlikte hatta kimi zaman daha da ön planda roller alan merkez bankalarının ekonomiler için hayati önemde oluşlarının kaynağı nedir acaba?
Bu soruya sağlıklı bir yanıt verebilmek için merkez bankacılığının tarihsel gelişimine kabaca bakmamız gerekmekte.
Merkez bankacılığının tohumları kapitalist ekonomik sistemin boy verdiği Avrupa’da atılmıştı. Gelişen ve gittikçe karmaşıklaşan ekonomik yaşamla birlikte kağıt paranın yaygınlaşması, para basma yetkisinin tek elde toplanmasını, piyasadaki para miktarının ekonomik gelişmelere göre ve makul biçimde ayarlanmasını gerektirmişti.
İşte bu görevleri yerine getirecek bir otorite olarak kurulan ve ilk merkez bankası denilebilecek kurum 1864 yılında İngiltere’de kurulan Bank of England’dır.
Günümüzdeki merkez bankalarının donatılmış bulundukları görev ve yetkilerin önemli bir kısmına sahip bir kurum olarak konumlandırılması açısından çağdaş merkez bankaları için model oluşturan ilk kurum ise; Federal Reserve ya da kısaca FED denilen ABD Merkez Bankasıdır.
Ekonomi tarihinde ‘uzun depresyon’ olarak anılan, 1873 yılında başlayıp neredeyse yüzyılın sonlarına kadar sirayet etmiş bulunan ağır finansal krizin ardından, Woodrow Wilson’ın başkanlığı döneminde 1913 yılında kurulan FED, krizin verdiği derslerle ve bir daha finansal istikrarın bu derece bozulmasını önleyebilmek adına, siyasi otoriteden mümkün olduğunca özerk bir kurum olarak yapılandırılmıştı.
Çünkü bir finans krizi olarak başlayıp zamanla reel sektöre de yayılarak bütün bir ekonomik sistemi alt üst eden bunalım, hükümet ve onun emrindeki ekonomik kurumların dışında ve bu kurumlara bir karşı ağırlık oluşturarak sistemi dengeleyecek, politika bağımsızlığı olan bir otoritenin bulunmasının, finansal istikrarın sağlanması ve devam ettirilebilmesi açısından şart olduğunu açıkça ortaya koymuştu.
Ülkemizde de ABD ve Avrupa merkez bankaları model alınarak kurulan Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) 1931 yılında faaliyete başlamıştı.
Temel görevleri fiyat istikrarının korunması yani yüksek enflasyonun önlenmesi olan merkez bankaları, bu ana amaçları çerçevesinde para politikalarını saptamak ve yürütmek görev ve yetkileriyle donanmışlardır.
Para politikası; başta politika faizinin belirlenmesi ve gerektiğinde değiştirilmesi olmak üzere, döviz kuru rejiminin uygulanması ve piyasanın ihtiyaçlarına göre döviz alım satımı yapılması, ayrıca da devlet tahvilleri ve hazine bonoları gibi menkul kıymetlerin alınıp satılması demek olan açık piyasa işlemleri yoluyla, para arzının (piyasadaki para miktarının) fiyat istikrarı amacı doğrultusunda kontrol edilmesini ifade eder.
Hükümetlerle merkez bankaları birbirlerinden pek hazzetmeyen ancak aynı evde yaşamak durumunda olan kişilere benzerler.
Demokratik teamüller gereği halka hesap vermek durumunda olan ve çoğu zaman yeniden seçilme kaygısı taşıdıkları içindir ki kötü adam olmak istemeyen politikacılar haklı olarak hep; düşük faiz, yüksek yatırım, yüksek büyüme ve düşük işsizlik hedeflerinin peşinden koştuklarından, enflasyona yol açacak olan para arzı fazlalığından, dolayısıyla da gereğinden düşük faiz oranlarından pek kaygı duymazlar.
Hükümetlerin söz konusu bu tavrı, enflasyonu önlemek öteki deyişle fiyat istikrarını korumakla görevli merkez bankalarının, kendi amaçları doğrultusunda gerektiğinde rahatlıkla faiz arttırma ve de para arzını kısma biçimimdeki politikalarıyla çeliştiği içindir ki, bu iki aktör sıklıkla karşı karşıya gelirler.
Makro ekonomik denge bir tek düşük faiz, düşük işsizlik ve yüksek büyüme oranları demek olmadığı, aynı zamanda da fiyat istikrarı yani düşük enflasyon oranlarını gerektirdiği için, hükümetten özerk ve politika bağımsızlığına sahip bir merkez bankası, sağlıklı bir ekonomi için olmazsa olmazdır.