Güzellik uzmanı biriyle sohbet ediyorduk. “Meme yaptıranlar göstermeye bayılıyor” dedi.
“Bak nasıl güzel olmuş değil mi” diye açıp açıp gösteriyorlar diye anlattı. “Sen uzmansın, fikrini merak ediyorlardır” diye yorum yapacak oldum. “Yok, canım ben makyaj uzmanıyım, ne alakası var” dedi. “Protez memeliler gerçekten de daha açık saçık giyiniyor, göstermekten utanmıyorlar. Demek içine yabancı madde konunca kendi memelerine yabancılaşıyor, artık ondan utanmıyorlar” diye ahkâm kesmeye devam ediyordum ki sözümü kesti. “Utanmakla falan alakalı değil, o kadar parayı bastırınca göstermek istiyorlar” dedi. Teşhirciliğin parayla alakasını tam kuramadım.
Yeni moda beslenme alışkanlıkları üzerine bir sohbet sırasında bir delikanlı “ben kahvaltıda her gün on yumurta yiyorum” dedi. Bu Latin delikanlı bizim Canan Hoca’yı dinlemiş olamaz ya, dur bakalım altından ne çıkacak diye içimden geçirirken “niye o kadar çok” diye sordum. Tişörtünü kıvırıp pazularını gösterdi. Vücut yapıyormuş. Olağanın üç beş katına ulaşmış kol kaslarını görünce yeniden “niye?” diye sordum. Uzaylıymışım da olağan olan bir şeyi sormuşum gibi anlattı kaslarını büyütmesinin ne kadar güzel bir şey olduğunu. Şakacı suratımı bürünerek sormaya devam ettim: “Niye o kadar çok adaleye ihtiyacın var ki, hamal mısın, halterci mi?” Ben gülerek sorduğum için hiç üstüne alınmadan cevaplamaya devam ettiyse de söylediklerinin içinde kocaman kaslar gerektiren hiçbir şey yoktu. Bu kısacık delikanlının sadece gösteriş için kas büyüttüğü belliydi de ben uzaylıydım.
Gündelik kazancı yaşamasına zorlukla yeten hatta yetmeyen biriyle bir dükkândaydık. Pek de gereği olmayan bir takviye hapını almaya çalışıyor, bana da marka seçiminde fikrimi soruyordu. Sonunda en pahalısını seçti. “İlla da alacaksan diğer markalardan birini alsana. Bu hem pahalı hem de kutunun içinde sana gerekenden çok daha fazla sayıda var” diye itiraz ettim. “Bir alana ikincisi yarı fiyatına” diye tercih nedenini belirtti. “Ama zaten bu firma diğerleriyle aynı olan malı üç katına satıyor, bir de ikinciyi almaya zorluyor, niye yutuyorsun bu zokayı” dedimse de dinlemedi.
Kasada ise sorun çıktı. Kasiyer bir türlü ikincinin indirimini yapmıyordu. Firma aynı olduğu halde kutuların etiketleri farklı olduğundan indirimin geçerli olmadığını söylüyordu. Raflarda aynı etiketli ikinci bir kutu da yoktu. Demek ki tarihi geçen kutularda indirim yapmışlardı, yeni malı indirmiyordu. Müşteri haklıdır şiarı da işlemiyordu. Kasada tartışma uzadıkça uzadı, bana da sıkıntıdan bilmem neler bastı. En sonunda ikincisi daha da pahalı olan her iki pahalı kutuyu da ödeyip aldı. Dükkândan çıkınca “yahu ne yapacaksın bu kadar hapı, sana bir kutunun dörtte biri bile yeterliydi zaten” dedim, aslında hiç biri gerekli olmadığı halde.
“Görmedin mi kasiyer beni nasıl ezmeye kalktı, sanki param yokmuş da onun için diretiyormuşum gibi, halbuki promosyon öyleydi, haklıydım” diye uzun uzun anlattı. Kazancını bildiğim için “iyi de sen boşuna aldığın o iki kutu için bir tam gün çalışıyorsun. Ayrıca o kasiyer de olsa olsa ancak senin kadar kazanıyordur. Şimdi kim kime hava atmış oldu ki. Bu alışverişten ikinizin de değil sadece satıcı firmanın kazancı oldu” diye söylenmeyi sürdürdüm. “Aman ne yani, kendimi mi ezdirseydim, alacak param yok sanan ahmağa gününü gösterdim” deyiverdi. “Beni ezmene izin veremem” duygusunun ezikliği üzerine düşünmeme neden oldu. Bu duyguyu ben de tanıyorum birçoğumuz da tanıyoruzdur.
Florida’ya turist gelen Türklerin en çok yaptığı şeylerden biri de bir “Porsche” kiralamak. Bizde en tenekesinden bir otomobile sahip olmak için bile servet gerektiğinden olmalı bu heves. Buraya öğrenci harçlığıyla gelen bile hiç değilse birkaç günlüğüne üstü açık bir spor araba kiralayıp onunla caddelerde dolaşarak hevesini gideriyor. Ve elbette direksiyonunda fotoğraf çektirerek sosyal medyada da havasını atıyor.
Araba deyince Miami’de bir huy var. Bazıları araba kasalarını yükseltiyor. Bildiğin binek arabasını jiplerden hatta kamyonlardan bile daha yüksek hale getiriyorlar. Böyle özel yapım eski otomobillerin lastikleri jantları da çok havalı oluyor. Hem kocaman hem de epeyce alengirli. Arabalarıyla böyle oynayanlar ayrıca acayip parıltılı fosforlu renklere de boyuyorlar. Araba arabalıktan çıkıp sirk arabasından öte acayip bir şeye dönüşüyor. Bu geniş kasa eski Amerikan arabalarına üstelik öyle bir müzik sistemi de yerleştiriyorlar ve sonuna kadar açıyorlar ki, onlarla hava atmak için sokaklara çıktıklarında o sesi duymamak ve o renkleri görmemek imkânsız. Bu arabaların direksiyonundakilerin hemen hepsi de zenci erkekler, ehh Elon Musk olacak değildi ya. Gecekondu çıkışlı bu adamlar kendilerinin de var olduğunu bir biçimde göstermek istiyorlar ve de gösteriyorlar.
Çok düşündüm bu gösterme meselesi üstüne. İster memeni bacağını göster, ister pazunu ya da karnındaki baklavaları. İster en lüzumsuzunu bile cüzdanında tutarak kredi kartlarının çokluğunu göster, ister tek taşını, telefonunu. İster çook sofistike davranarak, hiç çaktırmıyormuş gibi yaparaktan pahalı mücevherlerini göster, ister içeri alınmadığın barın kapısında “ben burayı içindekilerle beraber satın alırım ulan” diye sarhoş naraları atarak kalınlığını. Göster işte neyin varsa.
İyi de niye bunca güçlüdür bizim bu “gösterme” duygumuz?
Bilek güreşi üstüne düşünürken buldum galiba yanıtını. “Gel bir bilek güreşine tutuşalım” demeye bazıları pek meraklıdır ya. Düşündüm de kimin merakı olabilir ki ha bire ha bire yenişmeye. Böylece fizik güçten başladım gösterme üstünde kafa yormaya. Ben o kadar minik bir kadınım ki bu fiziğimle kimseyle fiziken yarışmam mümkün değil. O yüzden olmalı ömrümde hiçbir yarışmaya girmedim, heves bile etmedim. Ancak diyelim ki ben şöyle dev gibi bir kadın olsaydım da kadın erkek demeden tuttuğum bileği devirecek abartıda bir gücüm olsaydı. O zaman ha bire ona buna “gel bir bilek güreşi yapalım” der miydim? Gene demezdim. Çünkü zaten yeneceğin belliyse yani gücün yüzde bin beş yüz apaçıksa, ne anlamı kalır ki yarışmanın.
Çok zengin ama gerçekten zengin insanların zenginliklerini teşhir ettiğini hiç görmedim. Ancak az biraz zenginleşenlerin sanki zenginmiş gibi görünmeye çalıştıklarını çok gördüm. Çok yoksul olduğunu bilenlerde de gösterişe girişenleri görmedim ama.
Çok güzel ama gerçekten çok güzel kadınlar gördüm, makyaj bile yapmayan. Ancak çirkin buldukları bir yerlerine kafayı takıp güzelleşme uğruna keselerini ve enerjilerini tüketenleri çok ama çok gördüm. Ünlü sanatçımız Ayşen Gruda gibi gerçekten çirkin olanların da güzelleşeyim diye uğraştığını hiç görmedim.
Çok güçlü kuvvetli erkeklerin de body yapayım diye uğraştığını hiç görmedim. Kısa ya da çelimsiz olmayı kafaya takanlar egzersiz salonlarının müdavimleri oluyor ama. Benim gibi fiziksel yetersizliğini kabullenenlerin de fizik güç için kendini yırtanını görmedim.
Düşüne düşüne ulaştığım sonuç şu: Yeterince varsa ve sen de sahip olduğundan eminsen, göstermene de gerek kalmıyor, gösterişe girişmene de. Yeterin çok altındaysa sahip olduğun ve sen de bundan eminsen o zaman da sorun olmuyor, gösteriş yapmaya kalkışmıyorsun, zaten kalkışsan ne göstereceksin. Asıl sorun ortada kaldığında, sahip olduğundan kuşkun olduğunda ortaya çıkıyor. Sahip olunan yeterinden daha azsa, yetmiş de artmış gibi yapma güdüsü dürtükleyip duruyor insanı. Kimileri bu dürtüyle baş edemeyip iddiacı ve de gösterişçi oluyor. Kimilerinde de bu dürtü o kadar güçlü ki onlar basbayağı teşhirci oluyor.
Kız lisesindeyken bizim oralara bir teşhirci dadanmıştı. Ben görmedim ama uzun boylu, uzun paltolu bir adammış. Bir kız görünce paltosunun önünü açar, kendi önünü gösterirmiş. Bizim kızlardan bu manzaraya rastlayıp sinir krizi geçirenler olmuştu. Şimdi anlıyorum o manyağı. Demek yapmayı beceremiyordu ki böyle bir göstermeciliği seçmişti.
Göstermek üstüne düşüne düşüne geldiğim en tepe nokta işte burası. Sen iktidar sahibiysen zaten iktidarsındır. Göstermeye de kanıtlamaya da ihtiyacın olmaz. Ancak, iktidarı zar zor elde ettinse ya da sallantıda olduğunu biliyorsan, işte o zaman elinden gidebileceği korkusuna yeniliyor ve sonradan görme gösterişçilikten yakanı kurtaramıyorsun. Sonuçta, her ne nedenle olursa olsun, eğer iktidarından şüphen varsa teşhirci oluyor, sutyenlere donlara da, arabalara saraylara da sığmıyorsun…