Panajachel ve Santiago Atitlan gezisi ile birlikte güney Guatemala’daki Sierra Madre sıradağları ve çevresindeki gezimiz sona ermiş oldu.
Bir akşam Guatemala City’de havalimanına yakın bir otelde geçirdikten sonra (rehberimiz otel dışına çıkmamamız için bizi birkaç kez uyardı) ertesi sabah TAG Air’in (TAG Transportes Aéreos Guatemaltecos) 34 kişilik bir SAAB 340’ı ile Flores’e uçtuk. Ben de hayatımda ilk kez bir SAAB ile uçmuş oldum. Flores Havalimanı’nın adı Maya Mundo, yani Maya Dünyası. 1969’da kurulan TAG’ın günümüzde 70 çalışanı varmış. Filosu küçük uçaklardan oluşuyor.
Flores, Kuzey Guatemala’nın Peten bölgesinde yağmur ormanları içerisinde 14 bin nüfuslu bir kent. Eski kent merkezi, Peten Itza Gölü’nün üzerindeki bir adada kurulmuş (Maya dillerinde itza su anlamına geliyor). Peten ormanlarında pek çok antik Maya kentinin harabeleri var. Bu yüzden de Flores kentinin ekonomisi, günümüzde turizm sayesinde ayakta duruyor. Peten’in bir özelliği de bir zamanlar Britanya Hondurası adı ile anılan ve eski bir Britanya kolonisi olan Belize’ye ulaşım yolu üzerinde olması. Hemen ekleyeyim, Türkiye yüzyılında Türkler için Belize’ye giriş çıkış da iyice zorlaşmış.
Flores’ten Yaxa (Yaşa okunuyor) Ulusal Parkı’na doğru yola çıktık. Park hemen Belize sınırında. Yollar oldukça zorlu olduğundan bu kez otobüs yerine midibüs tercih edilmişti. Parkta önce Topoxte (Topokşte okunuyor) Adası üzerindeki bir harabeyi, sonra da Yaxa kentinin harabelerini ziyaret ettik. Parkta Naranjo ve Nakum isminde önemli iki büyük ören yerine ek olarak Topoxte dışında 13 küçük harabe daha varmış. Ancak zaman kısıtı ve ulaşım güçlükleri nedeniyle onları göremedik.
Topoxte’ye gitmek için kıçtan takmalı motoru olan bir tekneye binmek gerekiyordu. Tekneye binilirken ellerimizi kesinlikle suya doğru uzatmamamız konusunda uyarıldık. Nedeni göldeki timsahlar. Timsahlar gölün kıyısında da olabileceği için aynı şekilde tekneden çıkarken de dikkatli olmak gerekiyordu. Topoxte’de 6. yüzyıl ila 900 yılları arasında yaşanılmış, sonra terk edilmiş. 1100’lerde insanlar yeniden buraya gelmiş ve bu kez 1450 civarında ayrılmışlar. Topoxte medeniyeti aslında bu adaya ek olarak çevresindeki iki adaya da yayılmışmış.
Arkeolojik çalışmalardan yapılan çıkarsamalara göre Topoxte’de yaşayan insanların Afrika’daki pigmeler boyunda olduğu düşünülüyor. Zaten, Kristof Kolomb öncesi Amerika kıtasında protein kaynağı, balık, bazı av hayvanları ve hindi ile sınırlı olduğundan ve ana besin kaynakları başta mısır olmak üzere karbonhidrat ağırlıklı gıdalardan oluştuğundan, genelde yerlilerin göreceli olarak kısa boylu olduğu değerlendiriliyor.
Topoxte’den sonra yine motorumuza binerek gölün diğer kıyısına ulaştık. Sahilden orman içerisindeki bir yoldan ilerleyerek bir sırta çıktık. Nemli ve sıcak bir havada yapılan bu tırmanış, belki de tüm seyahatin en zorlu bölümünü oluşturdu. Isı 38 dereceydi. İşte Yaxa, tırmandığımız bu tepenin üstündeki antik kentin adı imiş ve Maya dilinde turkuaz su anlamına geliyormuş.
Mesela üzerinde hiç yaprağı olmayan ve kabuklarını da sürekli döken bir ağaç var. Adı Çıplak Kızılderili (Naked Indian). Kızıl renkli bu ağaç fotosentezi gövdesiyle yapıyormuş. Etraftaki ağaçların üzerinde ise örümcek maymunları koşturuyor ve bu küçücük canlılar korkutucu sesler çıkarıyor.
Ulusal parktan çıktıktan sonra bir yerel lokantada geç bir öğle yemeği yiyip, Peten’in batısına doğru yola çıktık. Geceyi Tikal yakınlarında bir otelde geçirdik. Uzun ve yorucu bir gün olmuştu.
Tikal, Mayaların en önemli kentlerinden ve mimari merkezlerinden biri. (fotoğrafta) Yayılmacı bir krallığın da başkenti. Günümüzde Meksika sınırları içerisinde kalan Palenque ile rekabet içerisindeymiş. Nüfusu 110 bine kadar çıkmış. Bugün Honduras sınırları içerisinde kalan Copan ise heykelleri ve kabartmalarıyla meşhurmuş.
Kentteki yapıların bazılarının yapım tarihi M.Ö. 4. yüzyıla kadar gidiyor. M.S. 4. yüzyılda Meksiko City’nin kuzeyindeki Teotihuacan’ın Tikal’i ele geçirdiği düşünülüyor. Kentte inşa edilen büyük mimari eserler M.S. 600’lü yıllarda yapılmış. Geç klasik dönemde ise sanatsal değeri olan yapıların inşası aniden sona ermiş. Arkeologlar tarafından yapılan çalışmalarda elitlerin yaşadığı malikhanelerde geniş çaplı yangın izleri bulunmuş. Aynı dönemde nüfusta da azalma olmuş ve 10.yüzyılda buradaki medeniyet son bulmuş.
Tikal kelimesi Türkçe’de ‘su çukuru/su rezervuarı kenarında’ anlamına geliyor. Ancak bu isim de zamanında Tikal’de oturanların kullandığı bir isim değil. Daha sonra bu bölgelere gelen Mayaların bir başka kolu tarafından bu isim verilmiş.
Çözülebilen hiyerogliflerden, kentte yaşayanların şehre Yax Mutal veya Yax Mutul adı verdiği sanılıyor. Kentte kırktan fazla piramit bulunmuş. Bunların bir kısmının üstünü açmışlar ama pek çoğu hala orman tarafından örtülmüş durumda. Ağaçların kökleri nedeniyle altta kalan yapıların üstünü, binalara zarar vermeden açmak oldukça zorlu ve pahalı. O nedenle pek çok yapı ormana teslim edilmiş şekilde bırakılmış.
9. yüzyılda Tikal’de yaşayanlar, tapınaklarını ve saraylarını, içerisinde yoğun miktarda cıva olan bir boya ile renklendirirlermiş. Bu nedenle pek çok kral, din adamı ve bürokrat cıva zehirlenmesi nedeniyle ölmüş. Ayrıca su kaynaklarında, kaynatılarak bile öldürülemeyen bazı bakteriler ortaya çıkmış. Yeni bilimsel çıkarsamalara göre Tikal’in 10. yüzyılda çökmesinin nedeni büyük oranda cıva zehirlenmesi ve mikrobik hastalıklar. Ve bunların sonucunda ortaya çıkan, yönetim boşluğu, kıtlık, isyanlar…
Tikal’den ayrıldıktan sonra batıya doğru yöneldik. Bir benzin istasyonunda verdiğimiz ara esnasında yediğimiz sandviçlerden oluşan öğle yemeğini takiben 16.00’da Meksika’ya geçiş yapacağımız El Ceibo sınır kapısına ulaştık. Midibüsümüzden indiğimizde bizleri, Meksika’da yardımcı olacak olan yerel rehberimiz karşıladı. Ancak sınır kapısında elektrikler kesikti, o nedenle sistemler çalışmıyor, işlem yapılamıyordu. Bir an Kuzey Kıbrıs’ta beceriksiz yönetimlerin bir türlü çözemediği elektrik sorunu aklıma geldi.
Guatemalalı pasaport görevlileri bu arada bizleri uyardı. Meksikalılar Türklerin ABD’ye kaçak geçişini engellemek için ince eleyip sık dokuyormuş. ‘Rehberiniz gidip bir konuşsun, zira burada pasaportunuza Guatemala çıkış mühürü vurulduktan sonra, sizi almazlarsa geri dönemezsiniz ve ara bölgede kalırsınız, büyük problem olur’ dediler.
Bu bilgi üzerine Türk ve Meksikalı rehberlerimiz yürüyerek Meksika’ya geçtiler. 45 dakika sonra geri döndüklerinde uçak biletleri, vize bilgileri ve konaklayacağımız otellerin adreslerinin incelendiğini ve bir sorun gözükmediğini anlattılar. Türkiye yüzyılında bir sınırı daha geçebilecektik. Ancak bir ufak sorun daha vardı, o da Meksika sınır kapısı saat 18.00’de kapanıyordu. Aracımızdan bavulları alarak tahminen 100 metre ötedeki Meksika sınırına doğru hızlı adımlarla yürüdük.
Burada önce bazı formlar dolduruldu. Daha sonra herkes tek tek bir kulübeye alındı, pasaportlar, vizeler, doldurulan formlar incelendi. Tekrar dışarı çıktığımızda bu kez gümrük formları verildi. Onları da doldurup sıramız geldiğinde tek tek yeniden içeri alındık.
Tüm bu işlemlerden sonra gümrük ve sağlık kontrolü için 50 metre kadar ilerideki gümrük binasına geçtik. Neyse ki burada gümrükçüler son derece güler yüzlü ve nazikti. Ortada sağlık kontrolü yapacak doktor filan da yoktu. Herhalde bir cumartesi akşamı sınırın tam kapanma saatinde bizle daha fazla zaman harcamak da istemiyorlardı. Sınırdan 11 kişilik gurubumuzun geçişi iki buçuk saat almıştı ve Allah’tan bizden başka sınırı geçmek için sırada bekleyen kimse yoktu. 18.00’de kapandığı söylenen sınırı 18.30’da aşmıştık.
Guatemala sınır kapısındaki kulübeden sonra Meksika gümrüğü daha modern bir yapıydı. En önemlisi tuvaleti vardı. Saatler sonra tuvaletlere koştuk. Ben kendimi Peter Sellers’in ilk Pembe Panter rolündeki halinde hissettim. Hani film başlarken tuvaleti gelir de, ancak filmin sonunda bir pisuvarın önünde rahatlar. Tam işte öyle…
Meksika tarafında yeni otobüsümüze bindiğimizde hava kararmıştı. Yorucu bir yolculuk, sinir bozucu bir sınır geçişinden sonra orman içerisinde asfalt ama dar bir yolda ilerlemeye başladık. Yolda in cin top oynuyordu. Rehberimiz o sırada bilgiler vermeye başladı. Meksika’nın Chiapas eyaletindeydik. Chiapas adını duyunca aklıma okuduğum bir haber geldi ve gayri ihtiyari bir soru yönelttim. Burada hala isyancılar yok muydu? Otobüste bir sessizlik oldu. Türk rehberimiz yerel rehberle kısa bir konuşma yapıp, yok onlar daha kuzeydeymiş diye konuyu kapattı.
Bu konuşmadan 10 dakika kadar sonra otobüsümüz zifiri karanlıkta, ormanın ortasında durduruldu. Etrafımız kamuflaj kıyafetli silahlı kişiler tarafından sarılmıştı. Gruptan birinin ‘Zapatistler yolu kesti galiba’ dediğini duydum. Ancak gelenler isyancılar değil ulusal muhafızlardı. İçeri giren iki asker, otobüsün koridorunu boydan boya geçip arkadaki tuvaleti kontrol etti. O sırada otobüsün etrafındakiler de bagajı açtırmışlar, ellerindeki fenerlerle bavulları inceliyorlardı. Sonra sessizce uzaklaştılar. Meğer araçta kaçak yolcu arıyorlarmış. Yıllar önce, 1972’de Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya geçerken de başıma böyle bir şey gelmişti.
Yeniden yola koyulduk. 20 dakika sonra karanlıkta yol kenarında yürüyen bir kadın ve iki çocuk belirdi. İzleyen 40 dakikanın sonunda ise yanımızdan bir motosikletli geçti. Yani oldukça ıssız bir bölgedeydik. Sonunda geç vakitte gece konaklayacağımız Palenque harabeleri yakınındaki otelimize ulaştık. Yorgunluktan yemek bile yemeden yattım.
Ertesi sabah Palenque ören yerindeydik. Kentin adı, duvarlarla çevrili bir kale görünümünde olduğundan İspanyolca ‘Sağlamlaştırma’ anlamına geliyormuş. Yukotan Mayacasında ise adı Lakam Ha, yani Yüce/Büyük Sular…
Kenti, terk edildikten yüzyıllar sonra, 1567’de ilk gören Avrupalı, Lorenzo de la Nara isimli İspanyol bir rahip olmuş. Onun kentin ismi konusundaki anlatımı ise biraz farklı. La Nara’nın notlarına göre, o dönemde bu bölgede karşılaştığı Mayaların bir kolu olan Çoller’in harabelere vermiş olduğu isim Otulum yani sağlam ev toprağı (Otot=ev; tul=sağlam; lum=toprak) imiş. Zaten kaynağı harabelerde olan bir nehrin ismi de hala Otulum’muş. Ben bu yazıda Palenque adını kullanacağım.
Kenti kuranların kökenlerinin Olmeklere dayandığı düşünülüyor. 1807’de ilk planı çıkarılan Palenque’de bilimsel çalışmalara ise 1840’da başlamış. 1995’te sona erdirilen çalışmalarda kentin ancak %10’u ormandan temizlenebilmiş ve restore edilmiş. Bu çalışmalarda saptanan binaların yapım tarihi M.Ö. 226 ila MS 699 arasındaymış. Binin üstünde yapıyı ise halen orman yutmuş durumda.
Palenque’de bulunmuş bir saray kalıntısı da var. Kentin en tanınmış kralı ise K’inich Janaab’ Pakal. Bulunan kayıtlara göre 24 Mart 603’te doğmuş, 31 Mart 683’te ölmüş. Bugün bu bilgilere, Mayaların hassas takvimleri ve detaylı kayıt tutmaları sayesinde sahibiz. Kayıtların tahrip edilmemiş olmasında, kentin İspanyollar gelmeden önce terkedilmiş olması en önemli neden. Dolayısıyla İspanyollar buralarda geçmişlerini yok ederek Katolikleştirecek bir topluluk bulamamışlar. Bu sayede de kayıtlar bugünlere gelebilmiş.
Pakal’in simgesi ise 18 tavşan! Mısır ürününün koruyucusu/kalkanı anlamına geliyormuş. 12 yaşında tahta geçen ve 68 yıl iktidarda kalan Pakal döneminde Palenque altın dönemini yaşamış, büyük bir ekonomik ve askeri güç haline gelmiş.
Pakal’in bizler açısından bir özelliği daha var. Tıpkı Mısır’daki II. Ramses gibi, mezarı hırsızlarca talan edilmeden bulunmuş. O sayede yüzündeki yeşimden yapılmış muhteşem maskeyi de daha önce Meksiko’daki Ulusal Antropoloji Müzesi’nde görebilmiştik.
Paleque’de bulunan gözlem kulesi ve kale, bilindiği kadarıyla Maya uygarlığında başka örneği olmayan yapılar. Anlaşılan bu kentin epey düşmanı varmış ve çevreyi gözetlemek ve savunmayı güçlü tutmak gerekiyormuş.
Palenque’nin etkileyici yerlerinden biri de Haç Kompleksi Tapınak bölgesi. Bu alanda üç büyük, birkaç küçük yapı var. Haç Tapınağı, Güneş Tapınağı ve Yapraklı Haç Tapınağı. Haç tapınağı bunların en görkemlisi. Avrupa kökenliler bu tapınağa, duvarlarındaki çizimler nedeniyle, hemen Haç Tapınağı adını vermişler ama aslında bu çizimler Maya inanışına göre dünyanın merkezinde bulunan Ceibo ağacını temsil ediyormuş. Bu vesileyle Guatemala’dan Meksika’ya geçerken kullandığımız sınır kapısının adının bir ağaçtan geldiğini de öğrenmiş olduk.
Palenque ören yerindeki gezimizden sonra yeniden otobüsümüze binip Meksika Körfezi’nin güney kıyısındaki Campeche’e doğru uzun bir karayolu yolculuğuna çıktık. Chiapas eyaletinden sonra, şu biberleriyle bilinen Tabasco eyaletini en dar yerinden kesip Campeche eyaletine girdik ve akşam konaklayacağımız aynı isimli kente doğru devam ettik.
Devam edecek…
Not: Bu yazım ilk olarak noktakibris.com sitesinde yayınlanmıştır.
1.Bölüm: “Türkiye Yüzyılı”nda Meksika yolunda
2.Bölüm: Montezuma’nun intikamı
3.Bölüm: Çapuktepek’in gizemi
4.Bölüm: Müthiş bir kadın: Frida Kahlo
5.Bölüm: Tanrıların Yaratıldığı Şehir
6.Blüm: CIA’in ‘muz darbesi’
7.Bölüm: Maximon Tarikatı