Geçen hafta anlattığım Guatemala’nın üçüncü başkenti Antigua’da bir gece konakladıktan sonra yeniden yola çıktık. Bugünkü rotamız bizi Sierra Madre sıradağlarını aşarak Panajachel kasabasına ulaştıracaktı.
Bir süre tarım arazileri arasında ilerledikten sonra virajlı bir yolda tırmanmaya başladık. Turistik önemi de olan bu yolun kenarlarına arada sırada ‘Volkan Rotası’ tabelaları konmuştu. Guatemala’nın Solala bölgesindeymişiz ve burası Maya nüfusunun en yoğun olduğu vilayetlerden biriymiş.
Bu arada hemen bir not: Yolda Türk rehberimiz Sinan, yerel rehberimiz Thomas’a, “Hiç tanıdığın Türk var mı” diye sorduğunda “Evet, Barcelona’dan Arda Turan” yanıtını aldı. Biz de bundan sonra artık Real Madrid’de Arda Güler’i yakinen izlemesini önerdik.
Otobüsümüz yolda tırmanmaya devam ederken, yerel rehberimiz üzerinden bir haber geldi; yolumuz üzerindeki bir köyde tohum kutsama festivali varmış ve biz de katılabilecekmişiz. Meğer Orta Amerika’ya yaptığımız seyahat, buralarda kurak mevsim olan kış döneminin sonuna rast gelmiş. Mart sonu da yağmur sezonu başlarmış. Tarlalarını ekime hazırlayan Mayalar da bu dönemde bir festival düzenleyerek, ekim sezonunun iyi geçmesi ve sezon sonunda bol ürün alınması için, ekilecek tohumlarını kutsarlarmış.
Festival alanı hemen şosenin yanındaydı. Köylüler toprak bir meydanda uzun bir sıra oluşturmuşlar ve hareketli bir Latin müziği eşliğinde dans ediyorlardı. Canlı müziği yapan ise Guatemala’da tanınmış bir müzik grubuymuş. Rehberimizin becerisi ve iyi ilişkileri sayesinde tamamen lokal ve turistlere yönelik olmayan bir eğlencenin tam ortasına düşmüştük. Grup biz alana gelince kısa bir anonsla festivale katılanlara Türkiye’den misafirlerin geldiğini duyurdu. Bu sayede değişik bir tipolojiye sahip olan bizlerin kimler olduğu köy halkına açıklanmış oldu. Tabii bir dağ köyünde Türkiye bir anlam ifade ediyor mu bilemedim.
Festivalde dans edenler değişik kıyafetler giymişler ve maskeler takmışlardı. Bunlar arasında eski Maya tören giysileri ve buraları uzun yıllar yöneten İspanyolların kıyafetleri yanı sıra, güncel yaşamımıza girmiş olan astronot, çizgi film kahramanları ve başka pek çok ilginç karakter de vardı. Eski ile yeni bir şekilde harmanlanmıştı.
Ağırlıklı olarak kadınlar ve çocuklardan oluşan bir grup da en güzel kıyafetleriyle festival alanının çevresindeki sundurmaların altında müziği dinliyor, dansları izliyorlardı. Bazılarının elinde ise güneşten korunmak için şemsiyeler vardı. Festival alanının bir tarafında ise yerel “fast-food” hazırlayan tezgahlar dizilmişti.
Daha sonra yolumuza devam ettik ve denizden 2650 metre yükseklikteki bir boğazı aştık. Köylerden geçerken dikkatimizi çeken bir husus da mezarlıklar oldu. Tüm mezarlar renk renkti ve çok süslüydü. Mayalarda ölüm aslında daha iyi bir dünyaya geçişin kapısı olarak görüldüğünden, mezarlıklar da bir anlamda bu mutlu geçişi ve yeni yaşamı simgeliyormuş. Yolda yanımızdan bir cenaze alayı bile geçti. Önde tabutu taşıyanlar ve onları izleyen köy halkı…
Guatemala’da ilginç bir başka gözlemimiz rengarenk otobüsler oldu. İspanyollar ve 19.-20. yüzyılda ülkeyi yöneten diktatörler Mayaların cahil kalmasını tercih etmiş. Okuma yazma öğrenmeleri bile bilinçli olarak engellenmiş. Dolayısıyla kasabaya pazara giden okuma yazma bilmeyen Mayaların, köylerine dönerken binecekleri otobüsleri diğer köylere gidenlerden ayırt edebilmesi için otobüsler değişik renklere boyanmış ve farklı motiflerle süslenmiş.
Aslında bunlar Hollywood filmlerinden tanıdığımız, ABD’nin her yerinde görülen, sarı renkli, burunlu okul otobüsleri. İkinci el olarak Guatemala’ya ithal edilip elden geçiriliyor, boyanıp, süslenip köy otobüsü oluyorlarmış. Bu otobüslere ‘tavuk otobüsü’ de (chicken bus) deniyor. Nedeni köyden pazara getirilen tavukların zaman zaman içerisine kondukları sepetlerden kaçıp yakalanana kadar panik içerisinde yolcuların etrafında yarı uçar vaziyette koşuşturmasıymış.
Bizlerin de bu otobüslerden biriyle kısa bir yolculuk deneyimimiz oldu. Tıpkı bir zamanlar bizim minibüslerde de olduğu gibi sonuna kadar açık bir müzik eşliğinde, sağa sola sallana sallana çok neşeli bir seyahat idi. Şansımıza araçta tavuk filan da yoktu. Ağırlığı öğrencilerden oluşan yerel halkla birlikte bir süre yol aldık. Otobüslerin içerisinde bir yere mutlaka bir haç konması ve dış cephesinde de İsa (Jesus) yazması biraz da bana kendi ülkemizi hatırlattı. Dünyanın her yerinde insanlar bir şekilde tanrıya sığınma gereksinimi duyuyorlar. Özellikle ezilmiş ve yoksul insanlar…
Seyahat edilen ülkelerde pazar yerlerini gezmek de hep ilgi çekici olur. Türkiye’ye gelen turistler için de durum farklı değildir. Biz de Guatemala’da, Solala’da bir pazar yerini gezme olanağı bulduk. Bizde olmayan pek çok meyve, sebzeyi ve satıcılarını görmek, bir yerde, yerel halkın yaşamı ile en yakın olduğunuz anlardan biri oluyor. Bu pazar yerinde Hawaii’den Orta Amerika’ya getirilmiş olan noni meyvesine ek olarak, zapote, toketta gibi ismini ilk defa duyduğum yerel meyveleri de tanıma olanağım oldu. Tabii viskül, yuka gibi enteresan yerel sebzeleri de…
Akşamüstüne doğru Atitlan Gölü kıyısındaki Panajachel kasabasına ulaştık. Doğa yine çok etkileyiciydi. Atitlan, volkan patlamaları sonucu oluşan lav akışı nedeniyle önü tıkanan bir nehrin oluşturduğu bir göl. Panajachel’den baktığınızda karşı sahilde üç sönmüş yanardağını tüm heybetiyle görüyorsunuz; San Pedro, Toliman ve Atitlan.
Otelimize yerleştikten sonra dışarı çıktık. Otelin hemen yanından geçen ve sahilden kasabanın içerilerine doğru uzanan yol aynı zamanda bir çarşıydı. Buradan Türkiye’ye hediye olarak götürmek için bazı tekstil ürünleri satın aldık.
Ertesi sabah hava oldukça iyiydi. Kahvaltıdan sonra göl kıyısına inip bir hız motoruna doluştuk. Panajachel’den yola çıkıp, Atitlan Gölü’nü tam ortasından aşarak karşı tarafta yanardağlar arasında oluşmuş bir halicin içerisine girdik. Yolculuk saçtan yapılmış, çok da güven vermeyen bir tekne ile yapıldı.
Halicin içerisinde bir iskelede tekneden indik. Buranın adı ‘Santiago de Atitlan’ imiş. Bildiğim kadarıyla dünyada adı Santiago olan epey bir yerleşke var. Ben daha önce Santiago de Chile ve İspanya’daki Santiago de Compostela’yı görmüştüm. Bu üçüncü ve en küçüğü oldu. Ama ilginçlik konusunda kesinlikle diğerlerinden geride kalan bir yanı yoktu.
Tekneden indikten sonra sırtını Toliman’a dayamış, halicin karşısındaki San Pedro’ya bakan bu kasabada sırta doğru tırmanmaya başladık. Yolun her iki tarafına dizilmiş olan tezgahlarda, turistlere satmak için yapılan deri işleri ve tekstil ürünleri göze çarpıyordu.
Biraz sonra Thomas’ın önerisiyle tuk-tuk’lara bindik ve bu turistik kasaba içerisinde ilerlemeye başladık.
Deniz seviyesinden 1547 metre yükseklikte olan kasaba, zamanında bir Maya kabilesinin başkentiymiş. Nüfusunun %95’i Mayalardan oluşan Santiago halkı 20. yüzyılda, 36 yıl süren iç savaş esnasında hükümet kuvvetlerinin önemli hedeflerinden biri olmuş ve ciddi bir katliama uğramış.
Santiago sokaklarından kah tuk-tuk’larla, kah yaya olarak dolaştıktan ve kolonyal dönemden kalma bir kiliseyi ziyaret ettikten sonra, ara sokaklara daldık. Rehberimiz Sinan’ın söylediğine göre Maximon’u (Maşimon okunuyor) ziyaret edecektik.
Maximon bir Maya azizi, bazılarına göre bir tanrı. Ben bir tarikatın taptığı bir çeşit put demeyi tercih ediyorum. Bu tarikat ve inancı, tahminen İspanyolların ülkeyi işgal ettiği dönemde ortaya çıkmış. Daha önce de bahsetmiş olduğum İspanya-Bask kökenli Juan Zumarraga’nın engizisyon uygulamaları Meksiko’dan buralara da uzanmış. Zorla Katolik yapılan Mayalar da yeni dinleriyle eski inançlarını birleştirerek yeni bir inanış oluşturmuşlar. Buna bilimsel olarak bağdaştırmacılık (syncretism) deniyor. Zaten Maximon’un bir adı da Aziz Simon (San Simon)! Maximon inancını benimseyen kişi sayısı bilinmiyor. Her ne kadar Katolik inancı ile bağdaştırılmaya çalışılmış olsa bile, kilise açısından bir sapkınlık, hatta tanrıya şirk koşmak olarak görülmüş.
Günümüzde Guatemala’da üç dağ yerleşkesinde Maximon’a ibadet edilen yerler varmış. Bunlardan biri de Santiago de Atitlan’da. Ayrıca Guatemala diasporası nedeniyle New York, Los Angeles ve Miami’de de adına tapınaklar varmış.
Maximon hakkında birkaç anlatı var. Hikayelerden birine göre Maximon bir koruyucu aziz. İnsanları kötülüklerden koruyor. Aynı zamanda yakışıklı bir adam. Yaşadığı köyün erkekleri de topluca balığa çıkarken karılarını Maximon’un korumasına teslim ediyorlar. Birkaç gün süren balık avından her dönüşlerinde eşlerini çok mutlu bir ruh halinde buluyorlar. Hiçbirinin eşini özlemiş gibi bir hali yok.
Bu işten şüphelenen balıkçılardan biri bir keresinde arkadaşlarına katılmıyor ve köyde saklanıyor. Maximon’un geride kalan tüm eşlerle birlikte olduğunu görüyor ve diğer balıkçılara haber veriyor. Balıkçılar da Maximon’u yakalıyor, kollarını ve bacaklarını kesiyorlar (neden bu kadar uğraşmışlar da tek bir yerini kesmemişler artık bana sormayın, hikaye öyle). Ancak köyün koruyucusu da olduğundan öldürmemişler.
Nitekim Maximon’un insanları, zaman zaman içlerine kaçan cadılardan korunduğuna da inanılıyormuş. İçine cadı kaçan kişiler, bu durumu şiddetli mide rahatsızlığı ve karın ağrısı olarak hissederlermiş. Maximon’u ziyaret ettikten sonra eşim dahil gruptan iki kişi bağırsaklarından hafif bir rahatsızlık geçirdi. Artık Maximon bir şarlatan mı, yoksa bu rahatsızlıklar onun sayesinde mi (korona aşısında olduğu gibi) hafif geçirildi bilmiyorum.
Maximon her yıl bir ailenin evinde ağırlanır, Paskalya zamanında San Simon olarak festival kortejine katılıyor, festival sonrasında ise bir başka ailenin evine taşınıyormuş. Santiago’da üç ailenin evi Maximon’u dönüşümlü olarak ağırlarmış. Katolik kilisesi hoşlanmasa da bu kadarına tahammül ediyormuş. Festival dönemi dışında ise San Simon adını kullanan yokmuş. Anlaşılan San Simon kiliseyi memnun etmek için kullanılan bir isim. Halk arasında adı hep Maximon.
Ara sokaklardan geçtikten sonra çok katlı gecekonduya benzer bir yapının önünde durduk. Bahçesinde hoparlörler, etrafta festival arifesinde dağıtılan yemeği yiyen müritler vardı. Bir de bir Amerikalıya rastladık. Anlattığına göre Los Angeles’tenmiş ve bu dini anlamak için müritlerle birlikte yaşıyormuş.
Maximon’u ziyaret edebilmek için kendisine bir sigara ve bir şişe içki sunmanız gerekiyor. Bu Guatemala’nın çok tanınmış romu, tekila veya yerel bir içecek olan Quetzalteca olabiliyor (Quetzalteca alkol oranı %29’dan %60’a kadar çıkabilen, şeker kamışından üretilen sert bir içki.) Az kalsın unutuyordum başrahip ve yardımcısına da bir ödeme yapılıyor. Örneğin, 10 kişilik grubumuz için 60 dolar civarında bir ödeme yaptık. (Henüz vakıf kurup devletten para almayı, şirket kurup ihale kapmayı akıl edememişler.)
Evin kapısından içeri girdiğinizde Maximon’u hemen karşınızda görebiliyorsunuz. Bacakları ve kolları olmayan ahşap bir put. Üzerinde yerel bir kıyafet var. Bu kıyafet Maya ve İspanyol kıyafetlerinin bir sentezi.
Başrahibe önce bir sigara uzatılıyor. Sigara yakılarak Maximon’un ağızına yerleştiriliyor. Ağızının içine arkadan hava veriliyor olacak ki sigaradan dumanlar çıkmaya başlıyor. Sigara bittikten sonra yardımcı rahip Maximon’un önüne bir peçete koyuyor. Hafifçe arkaya kaykılması sağlanan Maximon’un ağızına şişedeki içki boşaltılıyor. Bu işlemler yapılırken başrahip de bir şeyler mırıldanıyor. Rahip ve yardımcısının içkili oldukları da belli…
Kapının solundaki salonda ise, loş bir ışıkta, kadınlı erkekli müritleri seçebiliyorsunuz. Geleneksel kıyafetleriyle yemek yiyen ve içki içen bu topluluğun arkasındaki duvarda ise, dikkatli bakarsanız, bazı eski İspanyol karakterlerini, Hz. İsa’yı, Meryem Ana’yı görmek olası. Anladığım kadarıyla Maximon uçmuyor ama müritleri uçuruyor.
Bu havasız ve garip mekanda bir an korona kapacağım endişesine kapıldım ve panik içerisinde kendimi dışarı attım. Fakat yerli ve milli tarikatlardan sıkıldınız ve değişiklik olsun diye Maximon’un müridi olmak isterseniz, hediyesi kişi başı 60 dolar karşılığında, başrahibe e-posta atıp, sizin için referans verebilirim, aklınızda olsun.
Panajachel’e geri dönmek için tekneye binip yola çıktığımızda hava sertleşmişti. Rüzgar esiyordu ve göl bayağı çırpıntılı bir hal almıştı, ama Maximon bizi koruduğundan olacak, sağ salim karşı kıyıya ulaştık.
Fotoğraf: Solunda başrahip sağında yardımcısıyla Maximon
Not: Bu yazım ilk olarak noktakibris.com sitesinde yayınlanmıştır.
1.Bölüm: “Türkiye Yüzyılı”nda Meksika yolunda
2.Bölüm: Montezuma’nun intikamı
3.Bölüm: Çapuktepek’in gizemi
4.Bölüm: Müthiş bir kadın: Frida Kahlo
5.Bölüm: Tanrıların Yaratıldığı Şehir
6.Blüm: CIA’in ‘muz darbesi’