50 yıl kadar önce tıpkı Göbeklitepe gibi insanlık geçmişine ait bildiklerimizi kökten değiştirecek bir keşif yapılmıştı.
Afrika’nın bir köşesinde 1 milyon yaşında olduğu düşünülen bir kadının fosili bulunmuştu. (Sonradan 3 milyon yaşında olduğu anlaşıldı) O zamanın iletişim koşulları yüzünden doğrusu bu buluntudan haberim olmamıştı. Yıllar sonra okuduğum bir çocuk kitabından öğrenmiştim Lucy’i. Bu keşfin önemini ve ayrıntılarını anlatmayacağım. Amacım başka.
Geçenlerde bir yazı yazarken tek bir cümle halinde Lucy’i de anmıştım. Yazıyı bitirince bilgisayarımı kapattım, üstümü değiştirdim ve akşam yürüyüşüne gitmek için arabamı çalıştırdım. O sırada arabanın radyosu da otomatik olarak açıldı. Radyoda bir erkek sesinin Lucy’den bahsettiğini duyunca kulak kabarttım. Evet, aynı fosilden bahsediyordu. Rastlantının böylesine çok ama çok şaşırdım.
Nasıl şaşırmayayım; her ne kadar önemli bir keşifse de üstünden yarım asır geçmiş ve ben nedense o gün hatırlayıp yazımda değinmişim ve daha üstünden 10 dakika bile geçmemişken radyoda da ondan bahsediliyor. Sanki popüler bir konuymuş gibi. Üstelik rastlantıya bakın ki benim arabamda da o sırada o kanal açık. Bilimle falan alakası olmayan, arada bir haber yayınlayan o radyo kanalında bu keşif röportaj konusu olmuş da konuşuluyor. Gerçekten inanılır gibi değil.
Şimdi gelin bu türden bir rastlantı insanı nasıl etkiler diye birlikte akıl yürütelim. Örneğin ben şizofren biri olsaydım, muhtemelen radyo aracılığıyla birilerinin (!) benimle şifreleştiğini düşünürdüm. Örneğin ben mistik biri olsaydım, zaten hayatta hiçbir şey tesadüf değildir diyerek verilecek başka işaretleri kaçırmamak için dikkat kesilir ya da ürküntüye kapılırdım. Eğer ben komplo teorisyenlerinden biri olsaydım, zaten her şeyi dinliyorlar, aklımızı bile okuyorlar, bu da onun açık kanıtı diyerek kendi kendimi gaza getirip bu konudaki yargımı iyice pekiştirirdim. İyi ki hiçbiri değilim.
İyi de bu olağanüstü rastlantı gene de açıklama bekliyor. Yahu yıllardır aklıma gelmeyen bir konu, tam da ben hatırladığım sırada nasıl olur da radyoda konu olur?
İyi de niye olmasın? Rastlantıysa rastlantı işte. Ama algıda seçicilik diye de bir şey yok mu? Benim kafamda Lucy dolanıp durmasa, radyo kanalında adını duysam bile farkına varmayıp başka kanala geçmiş olmaz mıydım? Algı denilen elek, ilgilenmediği konuları atlar, ilgisini çekenleri de yakalar. O radyo kanalını benimle aynı anda açan kaç kişi o röportajı dinlemeyi sürdürmüştür ki? Sonuçta bu rastlantısallıkla ilgili en güçlü yorum “algıda seçicilik” ile ilgili olmalı.
Kafatasından içeri sürekli olarak uyarılar girer. Binlerce farklı rayın üzerinde milyarlarca çeşit malı taşıyan trenlerin ha bire içine girdiği devasa bir istasyon gibidir kafatası. Kafatasının içine yığılan bütün bu girdileri ayıklayıp istediğini tutup istemediğini yok eden bir işletmecidir beyin. Trenlerin geldikleri adresler sabittir. Göz, kulak, dil gibi duyu organları ile cilt, eklem, kas, iç organlar gibi istasyonlardan harekete geçen trenler gelir ana terminale.
Beyin dediğin organ, içine doluşan bunca sinyalle baş etmek için istediğini seçer istemediğini de siler demiştim. Ancak daha kafatasına girmeden yapılan seçimler de vardır. Bazı sinyaller daha sinirin üstündeyken beklemeye alınır. Bazı sinyallere ise giriş üstünlüğü tanınır. Tıpkı trafikte ambulans ya da polis otosu gelince diğer otoların yol verip beklemesi gibi. Bazen de politikacıların konvoyu yüzünden yolların tıkanıp hiç gidilememesi gibi.
Ağrı sinyallerinin ambulans örneği önceliği gibi beyne gelen sinirlerin trafiğini belirleyense kişinin bireysel özellikleri ve bilinçsiz de olsa seçimleridir. Bir de beynin bizzat kendisinin seçimleri vardır ki bunlar kişiden ve durumdan bağımsızdır.
Bilgisayar oyunu oynarken annenin çağıran sesine karşı gösterilen ertelemeci vurdumduymazlığın, işyerinde aynı yoğunlukta kendini oyuna kaptırmışken patronun yaklaşan ayak sesine karşı gösterilen hassasiyetinden farklı oluşu, kişinin sinyal iletim seçimlerine örnektir.
Kişinin kendi beden kokusunu fark etmemesi ya da tren yolunun kenarında oturanların biz bu sese alıştık fark etmiyoruz demesi de beynin kişiden bağımsız genel seçim örnekleridir. Bu seçime itiraz edip, olur mu canım insan kokar da nasıl bilmez, tren gürültüsü nasıl duyulmaz diyebilirsiniz.
Haklısınız, duyulur elbet. Ancak sadece özel durumlarda. Örneğin bedeniniz kirliyken sıcak bir ortama girip aniden yoğun bir ter boşaltırsanız kendi kokunuzu duyarsınız. Ancak hep kirli gezip sürekli kokuyorsanız, asla duymazsınız. Aynı biçimde sürekli tren yolu kenarında yaşarken ve hep aynı saatlerde tren geçerken duymazsınız da, arkadaşlarınızla tren hakkında konuşuyorsanız o sırada geçen trenin sesini duyarsınız. Ya da tatile gidip sakin bir yerde kafa dinleyip dönmüşseniz gelip geçen bütün trenleri duyarsınız. Ancak olağan günlerde trenler paldır küldür gelir geçer farkında bile olmazsınız. Sizin misafirlerinizin zaten gözü kapıda olur, bu sesten kaçmak için.
Bu durum sadece koku ve sese ait değildir. Çok gençken çok geri düzeydeki bir köyde kısa süre çalışmıştım. O bölgede insanlar yıkanmayı hiç bilmiyordu. Abartmıyorum, gerçekten yıkanmıyorlardı. Muayene ettiğim kadınların bedenlerinde cilt görünmez olmuştu, üstünde biriken kir tabakası yüzünden. Ancak hiçbiri kaşınmıyordu. Çocukların yüzlerinde kuruyan sümüklere ve çapaklara kara sinekler çokuşmuştu. Ellerini kaldırıp sinekleri kovmuyorlardı çünkü onların konduğunu hissetmiyorlardı. O köyde yaşayanların derileri yabancı temaslara karşı susmuş durumdaydı.
Beyin ses, koku, temas ve hatta görüntü sinyallerini susturur. Bunun nedeni o kişilerin psikolojik ya da sosyokültürel özellikleri falan değildir. Siz ya da ben aynı koşullarda yaşasaydık, aynı biçimde bizim beynimiz de sustururdu. Kendi kokumuzu duymaz, trenin geçişinden haberdar olmaz, pislikten kaşınmaz, sinekten gocunmazdık. Ancak bir şartla…
Bu tepkisizliğin nedeni beynin genel özelliğidir, kişisel özelliğimiz değil. Beyin hangi zekâ düzeyine sahip olursa olsun, hangi sosyokültürel ortamda gelişmiş olursa olsun, aynı ilkeyle çalışır: Süreğen, tekdüze biçimde yinelenen sinyallerle uğraşmak istemez, susturuverir. Ancak “bir şartla” demiştim.
Eğer sinyalin tekdüze ritmi bozulur da ani ve farklı biçimde gelirse ona trafikte üstünlük tanınır. Yüzündeki onlarca sineği kovmayan çocuk aniden ensesine bir tüy değdirilse yerinden sıçrar. Trenin sesini duymayan ev ahalisi tren her zamanki düdüğü yerine bir seferinde olmaz ama çan sesi gibi bir ses çıkaracak olsa aniden farkına varır. Kendi bedeninin korktuğunun farkında bile olmayan kişi bulunduğu ortama yeni giren birinin kokusundan rahatsız olabilir çünkü öbürünün kokusu farklıdır ve onun beyni için bu yeni bir sinyaldir vesaire.
Özetle beyin, farklı olan, yeni olan ve-veya aralıklı gelen sinyallere derhal kapı açar. Aynı olan ve düzenli biçimde tekrarlayan sinyalleri ise susturur. Bunun da bir istisnası vardır.
Ağrı sinyalleri kolay kolay susturulmaz. Çünkü ağrı, bedenin beyne “burada bir sorun var” demesidir. O sorun giderilene kadar o ağrıyı susturmaz beyin. Oysa akıllı bizler hemen bir ağrı kesici alıp ağrı sinyallerinin algılanmasını durdurmayı marifet sayarız. Niye şimdi buram ağrıyor, acaba orada ağrıyı yaratan sorun nedir ve bu sorunu nasıl giderebilirim demekten daha kolayımıza gelir bir hap yutuvermek. Bu konuyu başka zamanlarda gene konuşuruz…
Lucy’li hikayeme geri dönersek, bu rastlantının beynin sinyal seçimi demek olan “algıda seçicilik” olasılığından çok daha farklı biçimde ve çok daha düşük olasılıklı bir yorumu da olabilir. Radyoda Lucy’den söz eden adam 2.5 yaşında bir çocuğun fosilini bulan bir antropologmuş. Konuşmanın ortasına denk geldiğim için ne zaman bulmuş duyamadım ama Lucy ile kıyaslama yaparken söylediklerinden bunun çok yeni bir keşif olduğunu anladım. Zaten eski keşif olsa niye haber kanalında bu adamla röportaj yapsınlar. Yeni haberin zamanlaması ise konunun can alıcı yanı olabilir.
Ben yazılarımı bilgisayarda yazıyorum. Bilgisayarımsa bir haber sayfası ile açılıyor. Genellikle bu sayfaya bakmadan atlarım, manşetlerini bile okuduğum nadirdir. O gün de öyle yapmış bakmadan geçmiştim. Ancak beynimizin bizim gördüğümüzü fark etmediğimiz şeyleri de gördüğü bilinir. (Kafatasına giren trenlerin neden çok olduğunu hatırlayın. Üstelik bilinç altı etkilemeler de gizlice yapılan reklamlar da böyle fark ettirmeden gönderilen sinyallerle yapılır ama o konuyu da başka zaman deşelim.) Eğer bilgisayarımın haber sayfasının o günkü manşetlerinde bu konuda bir haber vardıysa, sayfayı kapatmak için tıkladığım anlık sürede benim görmediğim haberi beynim fark etmiş olabilir. Aslında küçümsediğim kadar da az bir olasılık değildir bu.
Daha da imkânsız gibi görünen bir olasılık daha var: Beynimiz görmediğimizi sandığımız şeyleri gördüğü gibi duymadığımızı sandığımız şeyleri de duyar. Örneğin bazen dilimize bir şarkı takılır da nereden aklıma geldi bu diye şaşarız ya hani, belki de duyduğumuzu fark edemeden duymuşuzdur o ezgiyi bir yerlerden. Biz aksini iddia ederiz, kesinlikle duymadım hiçbir yerden deriz ama fark etmeden duymuş olmamız mümkündür.
Durup dururken akla gelmenin perde arkasında beynin kendi iş işleyişinin de rolü olduğu bilinen bir gerçektir. Ancak, beynin fark etmeden algılama zenginliği sayesinde, yukarda söz ettiğim gibi, bazen de bilmeden biliverdiğimiz şeylerle beynin dıştan aldığı uyaranların alakası olabilir. Yani gerçekten de hiçbir yerden kulağımıza çalınmadığı halde beynin kendisi, kendi kendine eski defterleri karıştırırken bir ezgiyi birden orta yere saçabilir. Diğer ihtimal de aynı oranda geçerlidir. Yani biz duymasak da o sırada bir yerlerde çalınan melodi kulağımıza çalınmış, beynimizce ayırdına varılmış, biz de o nedenle hatırlayıp söylemeye başlamış da olabiliriz.
İşte bu kapsamda, belki de ben bilgisayarımda yazı yazarken komşularda falan, bir yerlerde bir radyo kanalı açıktı ve ben fark etmeden onu duyduğum için aniden Lucy’i hatırlayıp yazıma harmanlamıştım. Sonra da radyoyu bu kez kendim açınca röportajı apaçık duyarak şaşırmıştım. Olamaz mı? Çok düşük bir ihtimal ama bu da bir ihtimal.
Bütün bu ihtimalleri ve de benim aklıma gelmeyenleri bir yana bırakalım. Bu gibi konularda en büyük yanlışımız nedir biliyor musunuz? Beyni bilinçli bildiklerimizden ibaret sanmak. Her yazımda dönüp dolaşıp geldiğim yer burası:
Beynimiz bizim bildiğimizi bildiklerimizden çok daha fazlasını bilen bir makinedir. Çünkü beynin içinde sadece bizim bilinçli birikimimiz yoktur. Bilinçsiz algılarımızla da tıka basa doludur. Bütün o trenlerin getirdikleri ile tıka basa doludur. Ancak bunların da ötesinde beynin asıl deposu bizim ömrümüz süresince değil, insanlığın ömrü süresince doldurulanlarla doludur.
Bomboş bir defterle doğduğunu sandığımız her bir bebe, milyonlarca yıllık insanlık tarihinin deposunu halihazırda içinde taşıyarak yaşama gözlerini açar.
Sadece bizim ömür süremizin değil, insanlık sürecinin doldurduğu bu zengin hazineye sahip olmasına rağmen gene de ben bu muhteşem organa “salak” deyip duruyorum. Çünkü beyin öyle kolay kanar, öyle kolay yanılır, öyle kolay inanır, öyle kolay aldatılır ki gerçekten basbayağı salaktır. Unutmayın aptalların beyninden falan değil, senin, benim ve de en akıllının beyninden de söz ediyorum. Evet en akıllının beyni bile salaktır çünkü inanmaya yani kandırılmaya açıktır.
Beyin hem çok “muhteşem” hem de çok “salak” bir şeydir. Lafı kasten tam da oraya getirdim. Yeni yılda kendinize bir iyilik yapın ve beynin sırlarını ortaya saçtığım kitaplarımı okuyuverin. Okurken hiç sıkılmayacaksınız ve kendinize bambaşka gözlerle bakmaya başlayacaksınız, garanti ederim.
Not: Bu kitapların üçü de E-Kitap. Bilgisayarınıza ya da telefonunuza indirmek için sadece 10 TL ödemeniz gerekiyor. Parayı dert etmeden okuyun ve de yararlanacağını düşündüğünüz herkese okutabilin diye on lira…
Manşet fotoğrafı: ideastream.org
İlgili yazılar: