Evrim bilindiği gibi kabaca doğanın her türlü zorluğuna karşı direnerek hayatta kalabilen, koşullara uyum gösteren canlıların geçirdiği değişim süreci olarak tanımlanır. Anahtar sözcükler değişim sürecidir bu cümlede.
Bu yazıda ülkemizde laiklerin (*) ortaya çıkışına başka bir açıdan bakmaya çalışacağım. Siyasal bakış açısı olmayacak bu, sosyal evrim diyebileceğim bir açıdan bakmayı deneyeceğim. Bence sosyal evrim denilen bir şey var, fiziksel evrimden farklı olarak.
Haydi başlayayım…
Cumhuriyet döneminde İslamiyet birkaç toplumsal katmanda varlığını sürdürüyor. Birincisi devlet tarafından eğitilen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) kadrolarına göre İslam’ı algılayan toplumsal kesim. Ülkemizde devlet İslam’ın nasıl algılanması ve uygulanması gerektiğini bu kurum aracılığıyla gösterdi. DİB’in gösterdiği yolda yer alan bir toplumsal kesim var. Tabii AKP döneminden söz etmiyorum, bu dönemde DİB kadroları yolundan saptı(rıldı).
İkincisi hiçbir dînî eğitimden geçmemiş ve DİB’in din algısını yanlış bulan, hurafelerle dolu bir inanca sahip olan toplum katmanında, üçüncüsü ise Müslüman olduğunu ileri sürse de Kuran’a göre yaşam tarzını tamamıyla kabul etmeyen bir toplum katmanında: Laiklerde. Bunlar DİB’i de göz ardı ediyor. Alevileri ayrı olarak değerlendirmek gerekir, onlar bu yazının doğrudan konusu değil ya da şöyle diyeyim laik olanları bu yazının kapsama alanına giriyor.
İslam ve laiklik
İslam’da laiklik diye bir kavram yok. Hiçbir dinde böyle bir kavram yok. Dinler bireysel iradeyi istemez, bireysel irade yok edilmesi gereken düşmandır çünkü. Laiklik biraz mantıkla/bireysel iradeyle bağlantılıdır. Mantık sorgulamayı içerir, sorgulama yapabilmek için mantığınızı işletmeniz, bunun için de bireysel iradenizi kullanmanız gerekir. Laiklikle-bireysel irade arasında bu bağlamda bir ilişki kuruyorum.
Ülkemizde laiklik din ve devlet işlerinin ayrılması olarak anlaşılır. Evet bunu da kapsar ancak laiklik, herkesin inancının devlet tarafından korunduğu ve devletin kimsenin inancına asla karışmadığı bir sistemin adıdır.
Yani devlet ve din işlerinin ayrılması yetmez, devlet dinle bağını tamamen koparmalıdır laik olabilmesi için. Dinler ise böyle bir şeye izin vermez. Toplumun tüm yaşamını düzenlemekle sorumlu görürler kendilerini ve kesinlikle dayatmacıdırlar. Yani size özgür iradenizle tercih edeceğiniz seçenekler bırakmazlar. Üstelik “ya bana inanırsın ya da sonucuna katlanırsın” diye tehdit de ederler. Bunun anlamı kimi dinlerde aforoz edilmektir, kiminde başka yaptırımlardır, kiminde de öldürülmektir.
Laiklerin ortaya çıkışı
Dünyadaki eğilime paralel olarak Türkiye’de de laikler denilen bir toplumsal kesim var. Laiklik bence sosyal bir evrim sürecinin sonucunda ortaya çıktı. Nasıl ki primatlardan Homo Sapien’e kadar giden fiziksel bir evrim süreci işlediyse dinsel anlayışta da dogmatik İslamcılardan laiklere giden sosyal bir evrim süreci işledi ülkemizde. Tabii ki dogmatikler hâlâ var, aynı şempanzelerin hâlâ var olduğu gibi. Tüm şempanzeler Homo Sapien olmadı biliyorsunuz. Çok daha eski atamız bitkilerin tümünün hayvanlara evrilmemesi gibi. Evrimsel süreçlerde ortaya çıkanlar eskisi gibi devam edenlerin her zaman yok olmasına neden olmuyor. Bu fiziksel anlamdaki evrimde de doğru, sosyal evrim süreçlerinde de.
Ülkemizdeki laiklerin çoğu kendilerini Müslüman sayıyor, tabii aralarında kendini bir miktar ateist veya en azından deist ya da agnostik sayanlar da var ama büyük çoğunluğu Müslüman sayıyor. Ama bu öyle bir Müslümanlık ki örneğin oruç tutmuyor, namaz kılmıyor, hacca gitmiyor, kadınlar saçlarını örtmüyor, vücutlarını kapatmıyor, erkeklerle aynı haklara sahip olduğunu ileri sürüyor vb. Oysa Kuran’da böyle bir şey yok.
Laiklerin erkekleri de, tabii hepsi değil ama çoğunluğu kadınlara karşı Kuran’ın emirlerine göre yaşayan erkekler gibi davranmıyor. Hoşgörülü, saygılı, sevgi dolu davranıyor. Onları kendisiyle eşit haklara sahip bireyler olarak görüyor.
Laiklerin insanların din anlayışında bir “bozulma” sonucu olarak ortaya çıktığını düşünüyorum. Tüm evrimsel süreçlerde olduğu gibi… Müslüman Türkiye toplumunda da “hiçbir şey olmasa da bir yerde bir şey oldu” ve laikler ortaya çıktı (şaka şaka).
Laiklerin ortaya çıkışının Cumhuriyet dönemiyle ilgisi olduğu savı gerçek dışıdır. Mustafa Kemal ve arkadaşları bazı kadınların zorla başlarını açtırıp, onlara ille de etek giyeceksiniz sonra da kocalarınızla dans edeceksiniz deyip, kocalarını da buna ses çıkarmamaları konusunda tehdit ederek insanları laik yapmamıştır. Laiklik Cumhuriyet bağlantısını böyle kurarsanız Mustafa Kemal ve arkadaşlarına da haksızlık etmiş olursunuz.
Cumhuriyet dönemi laikliğin yasal bir hale getirildiği dönemdir. Yani laikliğin varlığı resmen tanınmış, toplumda korkmadan yaşamalarının önünü açmıştır bu dönemde. Yoksa laik bir yaşam sürenlerin Osmanlı’da da olduğunu biliyoruz ki bu insan ve toplum doğasına uygundur zaten. Cumhuriyet, onların, yani bu proto laiklerin toplumda legal bir biçim yaşayabilmeleri için gerekli yasaları sağlamıştır. Bunu söylerken Cumhuriyet döneminde yapılanları asla küçümsemiyorum ve bunun muazzam bir iş olduğunu kabul ediyorum.
Toplumlar birkaç on yılda değişmez, geleneklerinden öyle kolayca vazgeçmez. Bu açıdan Cumhuriyet döneminde laiklikle ilgili çıkarılan yasaların ve yaşama geçirilen eylemlerin önemi yadsınamaz ama Cumhuriyet dönemi hiç olmayan laikleri yaratmış bir süreç değildir.
Osmanlı döneminde laikler
19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı’da yayımlanan dergilerde kadınların toplumsal durumuyla ilgili yazılar da vardı. Bu örnekleri laik düşünceli insanların Osmanlı döneminde de bulunduğunu ve kadın mücadelesinin (ve tabii ki onunla ayrılmaz bir bütün olan laiklik mücadelesinin) Cumhuriyet döneminden çok önce başlamış olduğunu göstermek için veriyorum.
1995 yılında Marmara İletişim dergisinin 9.sayısında Filiz Balta Peltekoğlu (ki o dönemde doçenttir) “Dergiciliğin Gelişimi ve Türkiye’de Kadın dergileri” başlıklı bir makale yayımladı. Alıntıları oradan yapıyorum.
“1868 yılında Ali Raşit ve Filip Efendi tarafından çıkarılan Terakki Gazetesi’nde kadının toplum içinde yeri ve hakları konusunda yazılar yazılmış ve Osmanlı kadını Batı kadını ile karşılaştırılarak geri kalmasının nedeni eğitim olanaklarından yoksun olmasına bağlanmıştır. Terakki gazetesinin 80. sayısında yer alan ve kadınların durumlarını iyileştirmek için çaba göstermeye davet eden yazı aynen şöyledir: Bu terakki asrında, bütün ileri milletlerin erkekleri, kadını fen ve sanatların en yüksek derecelerine çıkmaktadırlar. Biz niçin Osmanlı kadınlarının içinde bulundukları hal ve mevkiden bir ayak evvel ileri gitmelerine çalışmıyoruz? Frengistan’da kadınlar, seçim hakkından hissedar olmak ve devlet memuriyetlerinde kullanılmak davalarına kadar kalkıştılar. Bu cesaret kendilerine ancak okuyup yazmak sayesinde gelmiştir.” (**)
“Çok kadınla evliliğin yaygın olduğu o dönemde Terakki gazetesinin 83. sayısında, okuma yazma bilmeyen bir kadına ait olduğu belirtilen yazıda ise şöyle denmiştir:
Çok kadınla evliliğin şer’an caiz olduğuna diyecek yok. Ancak, sakın bir karı ile kanaat etmeyin diye emir var mıdır? işte orasını sual ederiz.”**
Şükûfezar dergisini kadınlar çıkardı
“1886 yılında kadınlara yönelik olması yanında kadınlar tarafından çıkarılan ilk dergi olan Şükûfezar’ın ilk sayısının önsözünde Arife Hanım şunları söylemektedir:
‘Biz ki saçı uzun, aklı kısa diye erkeklerin alaycı gülüşlerine hedef olmuş bir tayfayız. Bunun karşıtını ortaya koymaya çalışacağız. Erkekliği kadınlığa kadınlığı da erkekliğe üstün tutmadan çalışma ve iş görme yolunda yılmadan adımlarımızı atacağız. Yazacağımız şeye haklı haksız karşı çıkacaklarmış, bunu umursamayacağız. Haklı itirazları dergimize memnunlukla koyacağız. Ama haksız itirazlara elimizden geldiğince yanıt vermek amacımız içindedir buna hiç üzülmeyiz’.”**
Aynı yıllarda Hatice Semiha ve Rebia Kamile tarafından yayımlanan Parça Bohçası adlı dergi de vardır.
Veee kadınların çıkardığı kadın gazetesi
Adı gazete olmasına rağmen başlangıçta haftada iki gün (pazartesi-perşembe), 150. sayıdan itibaren haftada bir gün çıkarılan bir yayın daha var: Hanımlara Mahsus Gazete.
“Mehmet Tahir tarafından 1895 yılında yayımlanmaya başlayan Hanımlara Mahsus Gazete’nin yönetmeni karısı Şadiye Hanımdır. Gazeteye sürekli yazılar yazan Şair Nigar, Fatma Aliye, Makbule Leman, Emine Semihe, Şair Bestekâr Leyla, Hamiyet Zehra-Keçizade İkbal gibi devrin bütün tanınmış kadınlarının yanında çok sayıda kadın ile kız okullarının öğrencileri de gazeteye yazılar göndermiştir.”*
“1899 yılında, Rasime Hanım ‘Kadın Terbiyesi’ başlıklı yazısında ‘Hakiki iffet ve edep ahkâmına umumi cereyanı, kadınları evde oturmaya bir yere çıkmamaya veya çıktıkları zaman sıkıca örtünmeye davet etmekten ziyade, ıslah ve tenvir-i fikirlerine hizmet etmelidir” diyerek kadınların aydınlatılmasının önemini vurgulamıştır.”**
Tenvir aydınlatma demek, düşünce yoluyla aydınlatmak. Araya girip açıklayayım dedim.
“Kadınların eğitimine büyük önem veren gazetenin 26.X.1311 tarihli sayısında yayınlanan bir yazıda İslam dininde eğitimin gereksiz olduğu fikrinin hiçbir zaman mevcut olmadığı konusu üzerinde durulmuş ancak bu eğitimin aile yaşamını zedelememesine özen gösterilmesinin önemi vurgulanmıştır.” (**)
Görüldüğü gibi Osmanlı’dan gelen güçlü bir kadın hakları savunuculuğu damarı var. Zaten böyle bir damar olmasaydı Mustafa Kemal ve arkadaşları kadın hakları konusunda o kadar cesaretli davranamazdı diye düşünüyorum.
Laikler mantıkla hareket eder
Ülkemizdeki laikler tabii ki dünyadaki laiklerden etkilendi ama mantıklarına uymayan bir şeylerin olduğunu fark etmelerinden sonra oldu bu da. İnsan bir şeylerin mantığına uymadığını fark ettikten sonra onu değiştirmeye çalışır. Kendisine mantıklı gelen şeyleri değiştirmeye çalışmaz. Yukarıdaki örneklerde gördüğünüz gibi kadınlar da kendilerine dayatılan bir şeylerin mantıksız/yanlış olduğunu hissediyor ve karşı çıkmaya başlıyor. Laik düşünceye uzak olmayan erkekler de onların yanında saf tutuyor.
Dinlerin de insanlara mantıksız gelen birçok kuralı vardır. Bu kurallar doğal yaşama, dolayısıyla insan yaşamına uymadığı için bir süre sonra sırıtmaya başlar, insanlar rahatsız oldukça bu kurallara karşı çıkmaya onunla didişmeye başlar ve sonunda o kuralları değiştirir, değişmek zorunda bırakır.
Bu kural reddetme işi sistemin tümden reddedilmesi anlamına gelmez. Yani insanlar dinlerini terk etmez yalnızca mantıksız dayatmalara karşı çıkar çünkü bugünkü koşullara uymamaktadır bu kurallar. Çünkü binlerce yıl öncesine aitlerdir. Yani sosyal evrimsel süreç işlemiş ve koşullar değişmiştir, binlerce yıl önceki kurallar bugün artık geçerliliğini yitirmiştir, işlememektedir. Zorla işletmeye çalışırsanız da insanları dine düşman ettiğinizi görürsünüz. Aslında dinler ortaya çıktıkları anda devrimcidirler, yani o günkü koşulları ileri götürmeye çalışmışlardır.
Örneğin İslamiyet’in devrimci surelerinden biri de Kul hüvellâhü ehad suresidir.
Niçin mi? Söyleyeceğim ama önce sureyi hatırlayalım.
“Kul hüvellâhü ehad, Allâhüssamed, Lem yelid ve lem yûled, Ve lem yekün lehû küfüven ehad.”
Şimdi de Türkçesini okuyalım:
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. De ki: O, Allah’tır, bir tektir. Allah Samed’dir. (Her şey O’na muhtaçtır, o, hiçbir şeye muhtaç değildir.) Ondan çocuk olmamıştır (Kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır (kimsenin çocuğu değildir).”
Kuran’dan önce Araplar çok tanrılı din anlayışına sahipti. Hazreti Muhammed çok tanrılı dini reddedip bir tek tanrının olduğunu onun adının da Allah olduğunu söyledi. “İslam öncesi Mekke’yi de içine alan Arabistan bölgesinde Al ilah kelimesinden türetilen Allah yaratıcı veya politeistik bir panteonun baştanrısı olarak değerlendirilmekteydi.”1
Yani isim olarak zaten var olan bir tanrıyı tek kabul edip diğerlerini çöpe attı Muhammed. Tabii onun put olmadığını da söyledi. Çok tanrılı bir inanç sisteminden tek tanrılı inanca geçmek dönemine göre devrimci bir atılımdı.
Ama yüzyıllar içinde gerek dine zorla sokuşturulan uyduruk kurallar gerekse de dinin yüzyıllar içinde değişen toplumsal koşullara uyum sağlayamayarak aşınması, insanların gereksinimlerine yanıt verememesi onu insanlar nazarında “eskimiş/günlük yaşam pratiklerine uymayan” bir pozisyona itti. Tüm dinler için geçerli olan bu durum İslamiyeti de kapsadı tabii. Bu yüzden Türkiye’de de dinin her kuralını uygulanabilir kabul etmeyen insanlar ortaya çıktı ve giderek çoğaldılar. Laikler işte bu kişilerdi. Aynı şey Hıristiyanlıkta da yaşandı, o çok daha eski tarihli olduğu için Hıristiyan ülkelerdeki laiklerin sayısı ülke nüfusuna oranla Türkiye’dekinden çok daha fazladır.
Sosyal evrim süreci durmayacak
Sosyal bir evrim sürecinden söz ettim ya o süreç hiç durmayacak, başka biçimler alarak devam edecek, dinler bence hep var olacak ama kesinlikle kuralları değişecek. Şu anda bile uygulanmayan kurallar ileride anılmayacak bile. En azından Türkiye’deki laikler için böyle bir öngörüde bulunuyorum.
Laikler için örneğin günde beş vakit namaz gibi günümüz dünyasının koşullarına uymayan kurallar yok olacak ki zaten şu anda da kılmıyorlar. Namaz kılmak dinin şartı olmaktan çıkacak (bayram namazları hariç belki.). Aynı şekilde her yıl başka bir mevsime denk gelen oruç da giderek kullanımdan kalkacak. Mahalle baskısı yüzünden belki şu anda oruç tutanların sayısı çok gibi görünüyor olabilir ama örneğin “özgürlükler” mücadelesinin doruğa tırmandığı 1975-80 yılları arasında bu sayı en azından kentlerde epey azalmıştı. Yani mahalle baskısı kalkınca insanlar doğru yolu bulmakta hiç zorlanmıyor.
Bir başkası da Hac ziyareti. 1500 yıl önce devletler arasındaki ilişkiler kesinlikle şu andaki gibi değildi. Şimdi Hacca gitmek gidilecek ülkenin siyasal durumuna ve sizin ülkenizle olan ilişkilerine bağlı. Örneğin Suudi Arabistan bazı yıllar İran’dan hacı gelmesini yasaklıyor. Bazı ülkeler parasız kalıp zora düştüğünde hac ziyaretlerini halklarına kısıtlıyor. Zaten tüm Müslümanların uygulamadığı bu koşul da geçerliliğini yitirecek. Laiklerin zaten hacca gittiğini pek sanmıyorum.
Ancak tüm bunların uygulanmaması laikler için İslam’ın ortadan kalkması anlamına gelmeyecek tam tersine zaman ve zemine uygun yeni kurallar oluşturulacak ve 1500 yıl öncesiyle pek ilgisi kalmamış bir İslam anlayışı ortaya çıkacak. Bu yeni İslam da eskisinden çok daha güçlü bir biçimde yaşamaya devam edecek çünkü günün gereksinimlerine rahatlıkla yanıt veriyor olacak. Laikler dışındaki halk katmanları da belki bundan etkilenecek belki de hiç etkilenmeyecek, orasını bilemiyorum. Ancak bildiğim bir şey var:
İnsanların inanma ihtiyaçları oldukça dinler de var olmaya devam edecek. Bunun gericilikle, bazı solcuların çok sevdiği deyimle yobazlıkla hiçbir ilgisi yok. Toplumsal yaşamda talep olmayan hiçbir gereksinim yaşayamaz, talep olan gereksinimler ise zorla yok edilemez. Biraz maddenin sakınımı yasasına2 benziyor değil mi? Evrende hiçbir madde yoktan var edilemez, var olan hiçbir madde de yok olmaz, yalnızca dönüşür. Toplumsal yaşamla doğal yaşam ne kadar da birbirine benziyor değil mi! Unutmayalım insanların çoğu henüz insan beyninin doğanın bir parçası olduğunu kabul etmedi. Bunu kabul edene kadar insanlar bazı sorunlarının çözümünü kendilerinden başka yerlerde aramayı sürdürecek.
Bu arada söylemem gereken bir şeyi eksik bıraktığımı fark ettim, ülkemizdeki uygulamanın Laiklik ile pek ilgisi yok çünkü DİB diye resmî bir kurum var. Yani devlet hem dini nasıl algılamamız gerektiğine karar veriyor hem de bu anlayışı dayatıyor. Dayattığı şey İslam’ın Sünni mezhebinin din olduğu diğer her türlü mezhep ile diğer tüm dinlerin ya da inanç sistemlerinin kâfirlerin işi olduğu anlayışı. Yani Aleviler de kâfir, ateistler de, Hıristiyanlar da, Yahudiler de, Budistler de, Şintoistler de, Şamanistler de, Zerdüştiler de. Bu yüzden Türkiye’de Laikliğin olduğunu sanmıyorum, halkın deyişiyle “ne idüğü belirsiz” bir şey var.
Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması Mustafa Kemal ve arkadaşlarının yaptığı büyük bir yanlış bana göre. Bu yanlış ne yazık ki daha sonra Mustafa Kemal düşmanlarının elinde iyice büyüdü ve onun asla tahmin edemeyeceği biçimde bırakın Laikliğe, cumhuriyete bile düşman olanlara bir güzel yataklık yapıyor. DİB kapatılıp devlet dinden elini eteğini tamamen çekmeden Türkiye’de Laikliğin olabileceğine inanmıyorum. Laiklerin bunu başarıp başaramayacağını hep birlikte göreceğiz.
Bu yazıyı kurgusal bir deneme olarak kabul edin lütfen, daha öteye gitmeyin.
Herkese keyifli günler dilerim.
(*) Laiklik yerine Seküler sözcüğünü kullanmamaya dikkat ettim. Dilimizde bu iki sözcük birbirinin yerine kullanılıyor. Oysa Sekülerizm, Sekülerite, Seküler, Sekülerizasyon sözcüklerinin her biri kullanılıyor yani birbirine yakın ama farklı anlamlar içeriyor. Hatta Seküler ruhban sınıfı var. Yani Laiklikten yana olan din görevlileri var.
(**) https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2857
1- https://tr.wikipedia.org/wiki/Arap_mitolojisi#Di%C4%9Fer_tanr%C4%B1lar
2- Kimyasal olaylarda, tepkimeye giren maddelerin kütleleri toplam, tepkime sonunda oluşan maddelerin kütleleri toplamına eşittir. Bu olaya “Kütlenin Korunumu Yasası” denir. https://tr.wikipedia.org/wiki/Kimya_yasalar%C4%B1